22 Mayıs 2016 Pazar

'Benim' Olmasına Gerek Var mı?

İlk çevrecilerden Thoreau, bir çiftliğe gerçek anlamda sahip olarak, dertsiz başına dert açmak istemezdi. Yaşadığı yerin etrafındaki tüm çiftliklerin fiyatlarını bilir, sahiplerini tanırdı. Onları dikkatlice inceler, müştemilatlarını gezer, elmalarından tadar ve hayalinde onları teker teker satın alırdı; hatta hayale öyle kaptırırdı ki kendini, gelen pek çok teklifi de geri çevirirdi. Thoreau zihninde satın aldığı çiftliği meraya, koruluğa, meyve bahçesine böler, kapı önüne hangi ağaçları dikeceğini tasarlardı. Tüm bunları bir ikindi vaktine sığdırdıktan sonra da araziyi kendi haline bırakır, 'Ne de olsa insan, vazgeçebileceği şeylerin sayısı oranında zengindir' diyerek ormandaki kulübesine dönerdi. Yıllar boyu bir arazi alma hayaliyle Milli Piyango oynadıktan sonra, sanırım artık ben de Thoreau'nun kafasına yaklaşıyorum; toprağın 'birine' ait olabileceği düşüncesinden zaten yıllardır uzaklaşıyordum...

Bana ait olmayan bir toprak için ilk para harcayışım Bodrum'un Gümüşlük ilçesindeki mandalina bahçeli bir evi kiraladığım zamandı. Yazı ikizlerimle beraber geçireceğim evin ön ve arka bahçesi, beni bir masala giriş cümlesi kadar heyecanlandırmıştı. 'Bir varmış bir yokmuş, yasemin kokusunun mandalina çiçeğinden geçerek insanlara mutluluk büyüsü yaptığı bir bahçede iki çocuk koşarmış...' Daha eve varmadan, bahçenin kıyısını köşesini planlamış, Can ve Ayşe'nin yaşayacağı deneyimler atlasının ucunu bucağını açmıştım. Masala kokusunu veren yasemini, duvar dibini şenlendirecek ortancaları, dalından koparılma hazzını yaşatacak domates, biber, salatalık fidelerini, ve onları koruyup kollarken de koku cümbüşüyle çocukları çekecek olan kadife çiçeklerini, fesleğenleri, sarımsakları ilk haftada alıp dikiverdim. Sadece diktiklerim için değil, toprağın ve ağaçların bakımı için de hevesle ve sevgiyle vakit harcıyordum. Bu uğraşlarım, bir arkadaşımın sonunda dikkatini çekti ve bana o soruyu sordu: 'Gideceksin, bunlar kalacak burada, neden uğraşıyorsun, niye para harcıyorsun?' Açıkçası bunu hiç düşünmemiştim ama sanki çok düşünmüşüm kadar kısa ve net bir cevap geldi dilimin ucuna: 'Ama burada dört ay yaşayacağız!'

O zaman hiç düşünmeden yaptığım şeyler şimdilerde kafamı kurcalar oldu. Toprağın sahibi kimdir ya da bir sahibi olmalı mıdır? 'Senin' olmayan bir toprak için emek ve para harcamak akıllılık mıdır aptallık mı? Paran olmadan bir toprak parçasına (gömülmeye anca yetecek olanı dahil) ulaşamayacağın bu çağda asla 'kendi domatesin' olmayacak mıdır? 'Kendi domatesin' tam olarak ne demektir? Bir şeyin senin olması için illa para mı vermen gerekmektedir? Peki bir şeyin 'senin' olmasını istemenin asıl sebebi nedir? Ben bu soruların tümüne cevap olacak tek bir cümle bulup çıkardım hafızamdan; çok değerli bir arkadaşım, Anday demişti bana bir gün, ulaşılamayacak kadar uzağa itelediğim hayallerimden bahsederken: 'Sistemin tıkanıklığını sistemin anahtarıyla açamazsın.' Bir çocuğa yaşının üstünde bir açıklama yaptığında onun gözlerinden bir boşluk geçer ya, Anday bunu söylediğinde benim gözlerimde de tam bu olmuştu. Ama sanırım büyüdüm, en azından rotadayım, o kafaya doğru yolculuktayım; O kafa da şu: 'Paraya gerek yok ki, her şey zaten benim!'

Tarif etmesi biraz zor bir aydınlanma bu; ışığı zaman zaman çok parlak oluyor, bazen de kesik kesik geliyor. Ama şöyle anlatmaya çalışabilirim; Gümüşlük'teki eve diktiğim yaseminin sonsuza kadar benim olması gerekmiyordu, o benim ve çocuklarım için misyonunu, akşam yemeklerinin keyfini kokusuyla unutulmaz kıldığı ve aklımı başımdan alıp bana şiirler yazdırdığı ölçüde tamamlamıştı. İki buçuk yaşındaki ikizlerimin dalından koparıp ısırdığı domatesler, bu sonsuza kadar unutulmayacak deneyim için ve süresince 'bizim' oldular; ötesi ve berisi önemini yitirdi. Toprağa bir çok iyilik yaptım; yoldan geçen tavukları besleyip oraya gübre bırakmalarını sağlayarak; kökleriyle suyu tutan bir bitki örtüsü yaratarak; arıyı, kelebeği, yararlı böcekleri çekecek ufak da olsa bir ekosistem yaratarak... Ve tüm bunları yaparken toprakla bire bir, özel bir ilişkiye girdim; onu katman katman kazdım, elledim, hissettim, tanıdım; şimdilerde aşkla devam ettiğim permakültür yolculuğumu başlatan o ilk dansı o toprak parçasıyla yaptım. Beni, asla unutamayacağım ve her biri birbirinden değerli insanlarla tanıştıran Gümüşlük'teki o küçük bahçe, 'benim' değildi, ama bu olaylar ve sevgiler zincirini başlattığı için o kadar da 'benim'di ki aslında!

Bir arazi alacak paraya belki de hiç ulaşamayacağım için kendime bir Polyanna felsefesi edindiğimi düşünebilirsiniz, ama kocaman kocaman bir çiftliğin sahibi olup da 'benim' demeyen insanlar tanıdığınızda, bunun gayet mümkün ve harika bir gönül yolculuğu olabileceğini anlıyorsunuz. O insanlardan biri olan, Bilecik'teki Zeytinliboğaz Çiftliği'nin sahibi Selçuk bana şöyle demişti: 'Bu çiftlik senin çiftliğin, istediğin zaman gelip üstüne kerpiç evini kondurabilirsin. Köy çocukları için ne sevindirici bir şey olur hem, neler öğrenir onlar senden...' Onlar benden ne öğrenir bilmiyorum ama ben Selçuk'tan 'yaşama sanatı'na dair çok şey öğrendim; hala da öğreniyorum... Selçuk gibi, arazi sahibi pek çok güzel arkadaşım var hayatımda ve onların 'benim' demediği zenginlikleri kendilerine, çevrelerindekilere ve de tüm evrene öyle güzel bir şekilde dönüyor ki, bu ancak bunun bir parçası olunarak yaşanır, anlatılmaz.

Erdem'e giderim bir gün, Güler'e, Gülçin'e, Cem'e, Pınar'a, Erkan'a, Mustafa'ya; Afet, Vicdan ve Nardane Abla'ya... Yardım ederim bir hasata, dikerim balkonumda büyüttüğüm bir fidanı oralara... Benim mi o topraklar? Toprak nasıl birinin olabilir ki? 'Toprak mülkiyet konusu olamaz, tıpkı su gibi, hava gibi, güneş ışınları gibi alım ve satım konusu yapılamaz. Herkes toprak üzerinde ve toprağın insanlara sağladığı şeyler üzerinde eşit haklara sahiptir' (Tolstoy/Diriliş) 'Hadi oradan!' demeyin, parayı, pulu, tapuyu bir an için unutun, bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol olduğunu hatırlayın.

Gümüşlük'te bıraktığım yasemin, İlker'e aldığım zeytin fidesi, Selçuk'a gönderdiğim aloe vera, Mavi Gezegen'e, Momo'ya diktiklerim, bana hediye verilen fidanlar, tohumlar, en az tohum kadar değerli bilgiler; hepsi harika bir bütünün ve devinimin parçası... Bunu görebildiğim için şanslı hissediyorum kendimi.

Öyle çiçeği burnunda bir uyanış ki bu benim için, 'benim' demeden 'benim' olabilecek başka şeyler de olduğunu söyleyecek kadar cüretkar hissediyorum! Aşk, örneğin. Bir erkeği (ya da kadını) 'senin' olmadan da sevemez misin? Seni tatmin edecek olan 'senin olma' hali tam olarak ne zaman gerçekleşir, soyadlarının birleşmesiyle mi, vücutların birleşmesiyle mi, başka şekillerde mi? 'Evet!' demek seni güçlü mü hissettiriyor? Oysa onu düşünerek yaşadığın heyecan, sana verdiği yaşama sevinci, üretme arzusu, güzelleşme, iyileşme, feragat halleri onun zaten 'senin' olduğunu göstermiyor mu? 'Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına/Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı' demişti Ataol Behramoğlu... Bizi 'benim olsun' beklentisi ve saplantısından yumuşakça çekebilecek dizeler bunlar, kulak verebilirsek...

'Toprak hiç kimsenin değil, Tanrı'nındır' (Diriliş/Tolstoy); aşklarımız, eşlerimiz, çocuklarımız da... Onlara duyduğumuz sevgi sayesinde hayatın büyük dolaşımına büyük, pozitif bir girdi yapıyoruz hiç farketmeden, ve hayat da bizim damarlarımıza o temizlikte ve güzellikte bir kan pompalıyor...

'Benim!' olmasına gerçekten gerek var mı?




2 yorum:

  1. Dost yürekler oldukça hayatında ve yaşatacaklarına inandıkça onları heryer senin <3

    YanıtlaSil
  2. Ne güzel bir bakış açısı, nasıl ferah!

    YanıtlaSil