21 Ekim 2012 Pazar

Bağışıklık Sistemine 'Soğuk' Bir Yaklaşım -1-

Sonbaharın son pastırma güneşi de bulutların sofrasında eriyip gitti. İçimde bir sevinç lodosu, dışarı fırlattı beni; rüzgara açmalıyım yakamı, yağmura eğmeliyim yüzümü, çimlerin omuzunda taşınan kıtır yaprakları, göğün kasvet çalışmalarını, betondan ahşaba taşınan hayvanları; hepsinin önizlemesini yapmalıyım kış gelmeden. Artık iki küçük can yoldaşım var; heyecan duyduğum şeyleri onlarla paylaşmak yeni yaşama sevinçlerimden; sanki sanal olarak ömrüm uzuyor tepkilerini izlerken. İşte rüzgar evin içinde kapılar çarpmaya başladığında ikizlerime ön sıradan dalgaları izletmek için kalbim çarptı. Can uyumuyordu, ilk onu kaptım kaçtım sahile.


Tam istediğim, hayal ettiğim şeyler oluyordu; Can'ın tenten perçemi rüzgarın son baharıyla havalanıyor, deniz kokusu emrivakiyle burnuna doluyor, tüm duyuları 'yeni bir şeyler' diye adlandırdığı ipuçlarını topluyordu.. Derken bir amca uzaktan hararetle kendi başını tutarak: 'Üşür, üşür, şapka tak!' diye bağırdı. Gülümsedim. Derken bir teyze oturduğu banktan: 'Önünü ört, hasta olacak!' dedi. 'Olmaz!' dedim. Sonra bir başkasıyla 'Denizden doğru esiyor baya', ‘Bir şey olmaz eşofmanı var’ diye chat’leştik. Sonbaharı karşılama yürüyüşümüz boyunca çiseleyen bu müdaheleler yine beni gazoz gibi çalkaladı. 


Neden hep çalkalandığımı anlamıyorum; sonuçta bu toplumda arkadaşının annesi, bindiğin taksinin şoförü, girdiğin dükkandaki tezgahtar bile senin hayatına çat diye sarı kart gösterme hakkına sahiptir, buna alışığızdır. Ama ‘anne’ olunca tahammül çıtan rekor alçaklığa iniyormuş. Ben ikizlerimin dayanıklı olmasını istiyorum, biraz rüzgar yiyip soğuk su içtiklerinde, içlerine fanila giymediklerinde benim gibi hastalıkla boğuşmalarını istemiyorum. O yüzden doğduklarından beri-ki Aralık doğumlular- hafif giydiriyorum, fazla örtmüyorum, gereksiz çoraptan kaçınıyorum, soğuk denize ayaklarını sokuyorum, ve buna sistematik bir özen gösterdiğim için de ‘üşüyecek!’ ‘hasta olacak!’ ‘nazar değecek!’ gibi her köşeden fırlayan kehanetler beni bezdiriyor. Üstelik defans oyuncusu olmaktan da çıktım, ‘Bağışıklık Sistemi’nin bir misyoneri gibi, sıcak havada sarıp sarmalanmış bebekleri gördüğümde annelerine dil döküyorum. Ben de bezdiriyorum!

Sistem herkesin dilinde aslında; onu ayakta tutmak için gerekli gıdalar, vitaminler bir google’lamayla çıkıyor. Ama benim merak konum, sistemin kuzey yıldızlarından Rusya, Hollanda ve İskandinavya’nın çocuklarına uyguladıkları ‘üşümez’lik politikası. Bu merağı fişekleyen üç şey oldu hayatımda; kar tutunca çocuklar gibi sevinip, bahçeye inen ve çıplak ayak yürüyen Ukraynalı bir adamla evlenmem; Şubat akşamında banyo yaptıktan sonra yatıp, sabah okula nemli saçla giden ve zatüre olmayan (!) Hollandalı kuzenlerimi görmem; ve ‘uyku odası’nda değil de okulun bahçesinde uyuyan İsveç’li anaokulu öğrencilerini duymam.


‘Bağışıklık sistemini güçlendirmek için’ karda çıplak ayak yürüyen Yuri’yle evlendiğim sene onun bu sevdasını bir kaçıklık, çocuksuluk, hastalığı davet eden bir gereksizlik olarak görürdüm. O ayakkabılarını çıkarıp bahçeye indiği zaman ‘soran olursa, seni tanımıyorum!’ derdim. Ankara’nın 80’lerindeki karlı bahçemize daima iki yün çorap üstüne kar çizmesi, kar tulumu, eldiven ve başlıklarla bir astronot gibi sağlam ayak basmış bir çocuk olarak, ayağımın çıplağını kara temas ettirmem mümkün değildi! Ama bir iki yıl sonra Yuri’ye bu ‘geyikte’ eşlik etmeye karar verdim. Hep sandığım şok edici soğuk hissinden ziyade ‘sıcak’ bile denebilecek bir yanmaydı duyduğum.  Zaten topu topu bir kaç dakika yürünüyordu ve üşümeye fırsat vermeden çoraplar çekiliyordu. Yuri derdi ki ‘Amaç üşümek değil, kan dolaşımını hızlandırmak’.

Yuri kan dolaşımını, sıcak banyodan çıkmadan önce tam dümen soğuğu açarak da hızlandırmayı seviyordu. Duştan gelen şok seslerini duyunca ‘Bir insan vücuduna niye bu işkenceyi yapar, hele şu soğukta’  diyerek meraksız yaşlı bir kedi gibi kıvrılıp geçerdim banyonun önünden.


Yıllar içinde ‘soğuk’ merakım daha da arttı. Hollanda ve Almanya’da pek çok yerli arkadaşımın evinde kaldım. Bütün evler soğuktu. Öyle ki dışarıdan içeri girdiğimde pek bir hava değişikliği olmuyor, bende palto çıkartma hissi uyandırmıyordu. Genelde işe giderken kaloriferleri kapıyor, gelince açıyor, gece yatarken yine kapıyorlardı.. Bunların hepsi çoluk çocuklu evlerdi ve çocuklar dahil kimse benim gibi pantolonun içine kilotlu çorap giymiyordu. Çocuklar yağmurdu çamurdu, dondu buzdu demeden hep bahçede ve açık sahalarda top oynuyor, geziye de gidiyor, bisiklete de biniyordu. Evlerinde kaldığım Holanda’lılar bize Ocak ayında kalmaya gelince fenalık geçirdi diyebilirim;  pencere kapı açık yattılar, yine de rahat uyuyamadılar. Çocuklarını da muz gibi soydukça soydular. 


Bir yuva açma projesi için kuzey ülkelerini daha kapsamlı araştırmaya başladığımda öğrendiğim şeyler o kadar ilginç ve yeni gelmişti ki, o zamanlar öğretmen olarak epey etkilenmiştim. Şimdi bir anne olarak bu etki devam ediyor; soğuğa gayet sıcak bakıyorum artık!

‘‘Soğuk’, kuzey ülkelerinin göbek adı, çocuklar mecburen soğukta büyüyecek’ diye düşünebilirsiniz. Aslında öyle değil; bağışıklık sistemini güçlendirdiğine inandıkları için, pek çok uygulamayı özellikle yapıyorlar. Örneğin İsveç’te çoğu anaokulunda yataklar verandada ve çocuklar uyku saatlerinde sıkıca giyinip dışarıda uyuyorlar. Hava nasıl olursa olsun, her gün mutlaka göl kıyısına, ormanlık bir alana, parka gidiyorlar. Öğretmenler: ‘Dışarı çıkmaları çok önemli,’ diyor, ‘hava almaları, koşmaları, zıplamaları lazım’. Yağmurun en cılızında bile bizim yuva çocuklarının kapalı oyun odalarında kaldığı aklıma geldikçe çok üzülüyorum.


İzlanda’da yıllardır süregelen bir gelenek, bebekleri pusetleriyle evin önünde ya da bahçesinde uyutmak. İzlanda’lı anneler açık havada ve soğukta bebeklerin daha iyi uyuyacaklarını ve sağlıklı olacaklarını düşünüyorlar. Tabi fiyatları 1000 doların üstünde olan dev pusetler içinde koza gibi sarılmış bebekler soğuktan gayet iyi korunuyor. Evin bahçesini bırakın, cafe’lerin, dükkanların önlerinde bile park etmiş pusetler görüyorsunuz. Bizim insanımıza ‘yok artık daha neler’ dedirtecek bu şok edici tablo Danimarka’da da var. Başkent Kopenhag’ın kaldırımlarında hiç kilitlenmemiş, içinde uyuyan bebekler olan düzinelerce puset görmek mümkün. Bü ülkelerde hiç çocuk kaçırma olayı görülmemesi de parantez içinde akıl almaz bir şey.




Norveç’te açık hava anaokulları var. Günün çoğunu nehir kenarında, ağaçlarda, kayalıklarda, bozkırda geçirdikleri bu anaokulunda çocuklar çok mutlu.  Saat başı aktiviteden aktiviteye koşturulan şehir sisteminin aksine burada hayatı doğal bir akışla öğreniyorlar. ‘Kötü hava yoktur, kötü giyinmek vardır’, soğuk kuzey rüzgarlarının ülkesi Norveç’in bir deyimi. Öğretmenler de buna gönülden inanıyor ve: ‘Bizler çocuklar için rol modeliz; onların havaya ve hayata olan tutumlarını şekillendiririz.’ diyorlar. Veliler çocuklarının sanılanın aksine daha az hasta olduklarını, açık havada güçlendiklerini söylüyorlar; bir iç mekanda tıkış tıkış durmadıkları için enfeksiyon riskinin az olmasından da mutlular. 



2006'da bir Unicef raporu, endüstri ülkeleri içinde en sağlıklı çocukları olan üç ülkeyi Hollanda, İsveç ve Danimarka olarak sıralamış. Türkiye'yi ise, 'Çocuğum üşüyecek' diye aklı çıkan annelere sahip, ama yine de en çok hasta olan çocukların ülkesi olarak ele almış olmalılar. 

Bağışıklık sisteminin 'soğuk'la olan ilişkisi hakkındaki inanç ve bulgularımın, serideki ilk sonuna geldim. Sonraki bölümlerde Rusya'nın çılgın uygulamalarına, soğuğun neden sistemi güçlendirdiğinin geyikten öte nedenlerine, çocuk doktorlarıyla olan sıcak sohbetlere yer vereceğim.


Kaynaklar: