30 Temmuz 2009 Perşembe

ABO'ma



Bir ablası olan kızın işi hem kolaydır hem zordur... Kolaydır çünki anneden daha küçük bir kadın ona daha yakındır; konuşma, paylaşma, eğlenme, öğrenme, takım ruhu, teknik ve moral destek, güven, teslimiyet gibi elzem hayat bağlarını onunla kurar. Zordur çünki o bir rolmodeldir ve onun gibi olmak isteyerek büyümesi kaçınılmazdır.

Özel bir ablası olan kızın ise vay halinedir! Japonca Çince filan bilen, mucitlik mesleğinden gelen, süper dans eden, şarkı söyleyen ve bu ikisini aynı anda yaparken bir de kabasa çalabilen, deli pinpon oynayan, bir saat durmadan yüzebilen, chopstick tutabilen, kafadan attığı yemekler hep harika olan, tongue-fu'da rakip tanımayan, airbrush'la resim yapabilen, elleri iyileştiren, feng shui'den modadan mimariden her bi .oktan anlayan ve de çok güzel olan bir abla, küçükler için biraz ürkütücü olabilir!!

Bu özel abladan başka var mı bilmem, bendeki aslı. Bugün de doğumgünü ve ona, ODTÜ günlerinden nefis bir tını armağan ediyorum. Tunç, Uğur ve Bilgehan abilere de sarılıp, sevgiler yolluyorum, birazı 83'deki küçük benden, birazı 09'daki kocamandan...

TINI
Vokal: Ece Berker
Sakallı gitar: Uğur Ersoy
Bıyıklı gitar: Tunç Özbilgin

Konuk keman: Bilgehan Erten

19 Temmuz 2009 Pazar

Geceyi izlerken

Akşam oldu yine. Küçük kanatlı kan içiciler bacaklarımı deliyor. Büyük kanatlı uçucular evlerine dönüyor. Bu bedende ciltlenecek ruh tezimi bitirmeye bir gün daha yaklaştım, bir şey yapmadan.

Ekranda 'Rokenkok'. Rokenkok'da kandil günü sanki kurban kesmiş, keserken de tüm kan yüzüne ve beyaz elbisesine fışkırmış bir adam, kestiği kurbanın tonundan böğürüyor. Performans sanatçısı herhalde o da, Aylin Aslım'ın Hande Yener için söylediği gibi. Fazla performans akla zarar, ben o yüzden balkondayım; geceyi izlemek üzere, ön koltuktan.

Sırtımı 'Bir Şey Yapmamak', 'The Art of Doing Nothing' türevinden, böyle kafadan bacaklı felsefe mi olur dedirten felsefik kitaplara dayamışken, haliyle canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Düşünen bir hayvan kılığında geceyi izliyorum sadece.

Ne gerek var bir şey yapmaya, ne gerek var çalışmaya. Yeryüzünü, balon köpüğü satarak para basmış insanlar istila etmiş, ellerinde de atom bombası gibi bir silah: medya. Sığınaklarda korunmaya çalışanlar bile hemen olmasa da yavaş yavaş ve acı çekerek ölüyor çünkü medyanın yaydığı kanserojen maddeye her şekilde maruz kalıyorlar. Enerji bedeni evrensel enerjiye bağlayan 7 çakra tıkanıyor önce; inanç, heves, umut, çaba, sabır, özgüven, sağduyu çakraları. Sonra da fiziksel beden mort oluyor.

Çakralarımın kapanmaması için lotoyu aklıma geldikçe değil, her kahvaltıdan sonra düzenli olarak oynamaya karar verdim. En babasından 'para' çıkarsa müthiş olur. Kaldı ki amortideki 'şans' a bile razıyım.

Şu karşı apartmandaki, salonu büyütmek için balkonu içeri alanlar ne şanslı. Hiç böyle açık havada oturup geceyi seyrederken bacaklarını vampirler, akıllarını düşünceler ısırmıyor. Onlar tv seyrediyorlar, güvende.

17 Temmuz 2009 Cuma

Flashback

Küçük kız BETAMAX' a girerken çok heyecanlıydı.
7 yıldır ilk defa bu kadar kırmızı yanaklı bir pozisyona düşüyordu.
Fazla sayıda yabancı onu izleyecek, az ya da çok yıldız verecekti.

Küçük bir f l a s h f o r w a r d la geleceğe zıpladı.
Geriye döndüğünde VHS' de buldu kendini...
Çok üzüldü; çünkü anneannesi BETAMAX' da kalmıştı.




Macar danslarıyla kendini avuttu.
Büyüdü, ve kendi VCD'sine taşındı.
Daha net görmeye başladı her şeyi...

Alt komşu bir gün şömineden girip, piyanosunu yiyince
BroadBand'in şarkıcısı oldu.
Ama babası bunu göremedi; çünkü, VHS'de kalmıştı.




'Bu iş böyle olmaz' dedi. Kumbarasını açtı.
İçinden bir iPhone, bir Laptop çıktı.

Derhal anneannesini Betamax'dan kurtardı.
Sonra babasını VHS'den getirtti.
Ablasını ve annesini de çağırdı.

Artık hep beraber şarkı söylüyorlar
Küçük küçük kutuların içinde
Ve tüm dünya da onları izliyor!...


16 Temmuz 2009 Perşembe

Yaramaz Böcek'ten...


Babam anında süper masallar anlatabilen bir insandı. Mandrake, Kızıl Maske, Lokman Hekim, Red-Kit, Kobra (bu kimdi?) gibi kahramanları bazen tek başlarına bazen hep beraber kullanarak, beni de olay örgüsüne katarak acayip aksiyonlar yazardı. Anlattığı özellikle uzayla ilgili fantastik hikayeleri dinlerken uyuyakalmamak için çok mücadele ederdim ve babam da bakar benim uyuyacağım yok, hemen bir son uydurarak, 'hadi bakalım yaramaz böcek, masal bitti' derdi. Çok fena bozulur, 'bitmesiiiiiin!!' diye yalvarırdım.

Basit bir gripte, boğaz ağrısında bile gece yüz kere odama gelir, yatağımın kenarına oturur, ateşim var mı diye bakıp başımı okşardı. Her seferinde uykudan uyandığım için ona çok kızardım. 'Öff!'lerdim 'Yaa!'lardım (ne boşboğazlık, ne çocukluk) ...

Futbol oynardık arka bahçede. Babamın bana öğrettiği fiyakalı ayak numaralarını mahalle ve okul maçlarında memnuniyetle kullanırdım. Ama oynamaktan çok babama yaslanıp, annem haşlamadan evvel çaldığımız kızarmış mantıları yiyerek maç seyretmeyi severdim... Tanju'nun gol kralı, Şeytan'ın bomba zamanlarıydı. Biz babamla Fener'liydik.

O ne zaman beste yapmaya koyulsa ben de yanında biterdim. Salon masasında yanına oturur, kendi beste yapma malzemelerimi (porteli kağıt, yumuşak uçlu kurşun kalem, silgi) hazırlar, ciddiyetle onu taklit ederdim. Babam bir piyanoya, bir masaya gidip gelip nota kağıdına nefis notalar yazardı. Yumurtaları hep aynı büyüklükte yapabilmesine şaşırır, kendi kağıdımı dörtlüklerle bezerdim, yazı çalışması gibi! O dönemde bir beste bile yaptığım rivayet edilir, ama delil yok.

Sık sık Botanik Parkı'na giderdik. El ele yürür, en aşağıdaki yeşil göle iner, kırmızı balıklara simit yedirirdik. Ben hafif meyilli çim yamaçlarda yan yatıp yuvarlanırken babam da banktan bana laf atardı. Tırmanarak çıktığım taş basamaklar vardı, orada da oturup atıştırırdık (simit, koshelva ya da susamlı helva). O kadar canlı ve net ki hafızamda her şey; dün yaptıklarım bulanık kalıyor.

Koridordaki ayakkabılığın üstüne çıkıp ona her kış sabahı içi kürklü paltosunu, her ilkbahar sabahı da pardösüsünü giydirirdim. Bu görevin bana ait olmasını ve onu öpüp sarılarak işe uğurlamayı çok severdim.

Leblebiler, fındıklar ve üzümlerle bana matematik anlatmasına hayrandım. 'Üçten iki çıktııııııı, bir' derken iki fındığı yutması çok komiğime giderdi.

Babamın daktilosunda yazı yazmaya bayılırdım. Rastgele basılan harfler, büyüdükçe hikayelere dönüşmeye başladı. Babama hikayelerimi okumak büyük zevkti. Çok güzel dinler çok komik yorumlar yapar ve 'Afffferin yaramaz böcek!' i yapıştırırdı.

Babam bazen bir şeyi çok komik bulduğunda o zamanların hit çizgi filmi 'Değerli' deki köpek gibi (hıh hıh hıh) gülerdi, ben de onun gülmesine çok gülerdim.

Bazen küstüğümüz de olurdu. Ciddi, kızgın, konuşmuyor ve de asla konuşmayacak edalarındayken beni 5 saniye içinde güldürebilmesine sinir olurdum. Bütün ciddiyetim, iddiam patlardı.

Bugün 77 yaşına girecekti babam. Saçları kıvırcık, elleri benliydi.

Çok özlediğimi yazmak istedim.

10 Temmuz 2009 Cuma

Vasiyet

1) Ben öldükten sonra patlayacak CD satışlarımdan elde edilecek gelirin İguanaları Evcilleştirme Vakfı'na bağışlanmasını istiyorum.

2) Sıradan bir Şarkı ve Sıradan bir Şarkıcı isminin ve albümün içinden seçilip çıkartılacak sözlerimin çeşitli acıklı metaforlarla beraber kullanılarak tirajı yüksek bir haber yayınlama gayretine girilmemesini rica ediyorum.

3) Ben hayattayken CD'mi raflarda görmüş ve almamış kimselerden, ben öldükten sonra da aynı kararlılığı ve tutarlılığı göstermesini bekliyorum. Eğer kendilerini tutamaz ve medyanın yarattığı meraka yenilip CD'mi alırlarsa da, aşağıdaki anketi cevaplayarak bloguma göndersinler. Bu anketten elde edilecek sonuçları, sanatçılara hayattayken faydası olacak bir sistem geliştirmeye yaraması dileklerimle Müyap'a ve tüm yapımcı şirketlere gönderiyorum.

1. Ben ölünce CD'mi neden aldınız?
a. Çok haber çıktı, merak ettim
b. Moda gibi oldu, insan almadan edemiyor
c. Best of'u çıktı, işime geldi
d. İçkiyle iyi gidiyor, daha bir dokunaklı oluyor ölünce

2. Hayattayken CD'mi neden almadınız?
a. Duymadım ki
b. Hiç reklamını görmediğim için dandiktir diye düşündüm
c. Ben sadece 'çok satanlar'ı alırım
d. Nasıl olsa ölünce alıcam dedim

3. Sizi henüz ölmemiş birinin CD'sini almaya teşvik eden şey nedir?
a. Seksi olması
b. Posterlerinin verilmesi
c. Maaşıma zam yapılması
d. Komşumun wireless şifresini değiştirmesi

9 Temmuz 2009 Perşembe

Sahilde parti

Sahilden Bostancı istikametine giderken Suadiye civarlarında, küçük, dar bir plajda müthiş bir parti veriliyor her gün, yaz boyunca. Alanı hınca hınç dolduran kalabalığı ve belde can, elde fırın simitlerini gördüğünüz, ve de Rimsky-Korsakov’un ‘Flight of the Bumblebee’ eserine benzeyen bir uğultu duyduğunuz yerde kuma inen basamakları takip ederek partiye katılabilirsiniz.

Giriş bedava, yaş sınırı yok, sınırsız eğlence garanti. Ortam ise aile ortamı, özel bir şey giymeniz şart değil; beyaz bir kilot yeterli. Partinin konsepti ‘denizde moda’, ve amacı mayonun yaratıcılığı öldüren tekdüzeliğine ve hareket kısıtlayıcılığına dikkat çekerek kamuoyuna bu konuda alternatifler sunmak, sunarken de bol bol eğlenmek.

Bayanlarda görülen yüzme kıyafetleri, kesim, tarz ve desen olarak oldukça geniş bir yelpazede seyrediyor: üste tam oturan ya da 3 beden büyük t-shirtler, askılı blüzler, havlu elbiseler, kısa kollu gömlekler, basmalar, üstü mayo altı etek kombinasyonlar ve tayt-bermuda-kapri çeşitlemeleri.

Erkek katılımcılarda aynı yaratıcılık gözlemlenememekle beraber özellikle 10- 16 yaş arası gençlerin tercih ettiği bol kesim beyaz iç çamaşırı, rahatlık ve pratiklik açısından ‘denizde moda’ partisinin en sade ve gözde kıyafeti.

Yaza damgasını vuran partinin bu haftaki ünlü konuk sanatçısı Ebru Berker’di. Fakat organizasyondaki aksaklıklar ve reklamdaki eksiklikler sebebiyle alanı dolduran kalabalık Ebru Gündeş’i beklediğinden, Berker’in katılımı büyük hayal kırıklığı yarattı. İlgi bulamayan ve kalabalığın denize doğru dağıldığını gören sanatçı konseri iptal etti, fakat neşeli tavırlar sergilemeyi sürdürerek oturduğu banktan bayan kreasyonlarını ve denizdeki simit cümbüşünü seyretmeye koyuldu.

7 Temmuz 2009 Salı

Dua

Saat 5 olmuş, gece soyunuyor
Ay, yüzü kızarmış, onu izliyor
İğde parfüm sıkıyor, güller allık sürüyor,
Ihlamur demlenmiş, güneşi bekliyor...
Yeryüzü, sessizce uyanıyor...

Peki ya bu cehennem şarkıları ne gökyüzünde tanrım?? Bu korkunç sesler kaosu, kulak paralayan çığlık kanonları?? Kıyamet günü mü iniyor gökten doğru? Kanatlılar niye hep bir ağızdan çıldırmış? Karga kocasıyla gaga-göz kavga mı ediyor. Kırlangıcın bebeği çalınmış feryat fellik mi bağırıyor. Martı kanatlarını kesmiş çatıdan mı atlıyor. Yarasa cinnet geçirmiş ailesini mi doğruyor. Serçe kabus görmüş durmadan mı inliyor. Kim var orada başka? Kim ne söylemeye çalışıyor? Neyiniz var tanrı aşkına! Yeryüzünü rahat bırakın, susun, sinin, yalvarırım!! Acılarım kanırıyor, kuduz köpek gibi saldırıyor. Yukarı yolladığım her pişmanlık başıma geri düşüyor. Korkularım içime üşüşüyor, sağduyumdan kaçışıyor. Nefretim büyüyor, gözlerim kısılıyor... Canım lakerda yapmak istiyor. İliklerimdeki kanı boşaltıp, kendi lakerdamı yapmak, ve size yedirmek...

Kulaklarımı geri al tanrım, uykumu geri ver, beni bu cehennemin içinde bırakma. Amin.

5 Temmuz 2009 Pazar

CD Rafından Kalbe: Bir kısa yolculuğun uzun tarihçesi

Aşağıdaki yazı, Uraz Özşakar'ın davetiyle, http://albumrehberi.blogspot.com/ sitesinde yayınlanacak bir CD/sanatçı eleştirisi olmak üzere yazılmıştır. En azından o niyetle başlamıştır!


Bu paragrafı tüm yazıyı bitirdikten sonra başa eklemek zorunda hissettim! Sevdiğim bir grup hakkında bir kaç şey yazacakken olay roman boyutuna yaklaştı; bu bakımdan okumaya vakti olmayanlar için yazıyı özetliyorum: Bahsi geçen grubun tüm albümleri, şarkıları, şarkı sözleri, aranjmanları, vokalleri, enstrüman çalımları güzeldir; gönül rahatlığıyla CD'lerinin tümünü alabilirsiniz!

Bu, daha önce hiç müzik-albüm-sanatçı eleştirmeyi denememiş bir kadının, Uraz’ın ricası üzerine bir şeyler yazmayı denemesidir… Yani aslında bu bir denemedir; bir müziğin, müzik grubunun CD rafından kalbe uzanan kısa yolculuğunun ve orada nasıl iktidar olduğunun a-politik, a-felsefik, a-analitik, gayrıciddi, baya samimi, oldukça kadınsal, EQ’sal ve de masalsal anlatımıdır.

Dünyadan haberimi televizyondan değil, seçmece domates misali gözümden, kulağımdan ve diğer antenlerden aldığımdan, bu beni dünyadan bihaber, asosyal, misantrop filan gösteriyor ki pek de umurumda değil. Ama işte bazen, bazı güzellikleri herkesten geç keşfedebiliyorsun ve bu bir süre sinirini bozuyor, kıskançlık yumurtluyor; ilk kaşiflerle aranı kapayana, hatta gaza gelip onlara tur bindirene kadar da rahat etmiyorsun.

Yıllar önceydi. REDD fan’lerinden bir tur gerideydim. D&R’a yaptığım rutin sağa sola bakınma, CD elleme, ‘amma da çok yeni adam çıkmış’deme ziyaretlerimden birinde elime ‘50/50’ diye bir CD çarptı. Beyaz zemin üzerinde ve saat yönünde acı çekerek dönen 4 tane aynı adamın kırmızı silüeti çok hoşuma gitmiş, ‘müzik kötü çıkarsa da güzel kapak tasarımları kolleksiyonuma katarım’ diyerek parama kıymıştım. Redd’i keşfim işte böyle sıradan bir günde, böyle saçma bir nedenle, hiçbir ‘mutlaka al’ baskısı ya da ‘tavsiye ederim’ mektubu altında kalmadan, kendi kendine gerçekleşti. Bundan dolayı da kendimle hep saçma bir gurur duymuşumdur; sanki olay bir şans değil de durugörüymüş gibi!

CD’yi yeni yuvasına getirdiğim akşam, yemeğe fiddler on the roof Bora ve boncuk gözlü eşi Özlem davetliydi. Eşim Yuri balık almaya çıktığında CD’yi açıp salon koltuğuna oturdum. Kim- kiminle- nerede -ne yaptı -kim gördü- ne dedi kısmını geçip ilk şarkının sözlerini okudum. ‘Dünyayı yağlamak lazım/paslandı düzgün dönmüyor/aya gidip bakmak lazım/buradan bir şey görünmüyor’. ‘Hmm,’ dedim, ‘hiç fena değil…’. Devam ettim. ‘Mutlu olmak için sevmek için görme, işitme/Mutlu olmak için sevmek için bilme, çok düşünme’. ‘Vay,’ dedim, ‘iyi nakarat yakalamış…’. ‘Derken bir yıldız kayar/tutsam bile elim yanar/ruhumu çeker medcezir/geri vermese işime gelir’. ‘Ufff… metaforlara bak!’…

Yuri levreklerle dönene kadar böyle ‘ah, off, uff, aman be, yuh, süper, helal...’ diyerek kıskanç-hayran bütün şarkıları okudum. Levrekleri ızgaraya, CD’yi teybe koydum, artık iyice heyecanlanmıştım. Birden içimde bir uyarı levhası peydahlandı: ‘Dikkat! Heyecanı düşür! Hayal kırıklığı virajındasın!’. O kadar çok bu virajdan aşağı uçup kafa, göz, kalp ve inanç kırdığım olmuştu ve her seferinde ‘artık CD’ye para harcamayacağım, yaşasın internet!’ demiştim ki, bu sefer de aynı şey olacak diye tırstım.

İlk şarkı başladı. Rahatladım biraz. Sözler müziğe suni tenefüs yapmaya çalışmıyordu; tam tersine french kiss yapıyorlardı (bu beni çok etkiler; güzel sözler kötü bir prozodiyle klişe akorlara bindirilmişse ya da güzel bir melodiyle hülyalara dalmışken sözlerin şapşallığı dikkatimi çekerse birden şarkıyla olan kontağı kaybederim). Ahh, solist oğlanın ses tonu da ne güzeldi. İkinci şarkı başladı, yaşasın o da nefisti. Ama yine de temkinli yaklaştım üçüncü şarkıya… Çünki üçüncüyle beraber sapıtan, saçmalayan, basitleşen, zevksizleşen, aynılaşan, piyasalaşan, çıstak’laşan, dumtıs’laşan nice CD’yi bardak altlığı yapmışlığım vardı…

Yıllardır peşinde olduğu hazineyi bulan birinin kafayı yiyip altınları havaya havaya fırlatması gibi CD’yi Bora’lar gelene kadar talan ettim. ‘Kim-kiminle’ kısmından sözlerin, müziklerin ve sesin Doğan Duru’ya ait olduğunu, grupta ikişerliden akrabalar olduğunu öğrendim; mitolojik, sembolik, atmasyonik zarif ilüstrasyonlara daldım; ‘Nefes bile almadan’ı nefes bile almadan üst üste dinleyip, biri bana ‘nefes bile almadan seviyorum seni’ dese ona kalbimi nasıl da tertemiz, dayalı döşeli, anahtar teslim verebileceğimi düşündüm (tabi bir roman kurgusu açısından…; yoksa kalbin bir sahibi çoktan vardı ve içeride şarapları açmakla meşguldü).

Bora’lar levreğe bayıldı, şarap muhabbeti coşturdu. Derken Bora sehpanın üzerinde Redd’in kapağını gördü. ‘Aaa, bunlar Duru kardeşlerin grubu!’ dedi. ‘Kim onlar?’ dedim, bana ikiz ikiliden biri olan Doğan’ın konservatuardan arkadaşı, çok iyi çocuk ve de sıkı müzisyen olduğunu söyledi… Bora’yla Özlem’e 50/50’nin Dj’liğini yaptım. Güzel yemekli, güzel sohbetli, güzel müzikli keyifli bir akşamdı…

Bu ‘iyi çocuk ve sıkı müzisyen’le yıllar sonra tanıştım. O gün Bora’nın düştüğü dip notların hepsi, dipten çıktı ve resmi gazetemde yayınlandı. Bu tanışma çok riskliydi aslında benim açımdan; Yazdığı satırlar arasından çıkardığın bir karakter yaratıyorsun kafanda, ister istemez, ve bu hayali karakter gerçeğinden uzağa düşerse buna çok içerliyorsun, kendini aptal hissediyorsun belki de, ve tepki veriyorsun. Doğan çok farklı çıksaydı, sevdiğim tüm şarkılarının paraşütü de kapanabilirdi içimde. Saçma, tutucu bir tavır. Ama tam tersi oldu. Yüzlerce yamaç paraşütü daha havalandı, rengarenk, ve seyretmesi çok keyifli...

Redd’i, Redd'le tanıştıktan sonra dinleseydim, tarafsız haberciliğimden şüphe ederdim şimdi, ama son albümleri 21’e varana kadar çıkmış 3 albüm (50/50, Kirli Suyunda Parıltılar, ReddAkustik/Plastik Çiçekler ve Böcek) ve 1 DVD (Gecenin Fişi Yok) tamamen özgür iradeyle alınmış ve bağra basılmıştı. 21 için yorum yapmaktan ise kaçınasım var, çünki Redd artık ne yapsa kafadan seveceğime dair ufak çapta bir korku geliştirdim; diğer fan’lere tur bindirmiş-iyi de halt etmiş- olmak nesnelliğimi de diskalifiye etmiş olabilir. Güzel bir siteleri var, ilk sayfada blog çıkıyor ve orada benden daha az ‘fan’ ve daha çok ‘objektif’ olan ciddi insanların 21 için yazdıklarını okuyabilirsiniz (http://www.redd.com.tr).

Bu türü meçhul yazıyı ne şekilde toparlayacağımı düşünmeden evvel ‘Kirli Suyunda Parıltılar’ isimli ikinci albümden de birkaç parıltı yansıtayım. Bu albüm hayatıma birinciden hemen sonra girdi çünki meğersem çoktan piyasadaymış. Kendime güzel bir mix yaptım (ki ilk defa ‘best of’ları ayıklamadan; çünki iki CD’de de ayıklanacak bir parça yoktu) ve yürüyüşe, alışverişe, spor salonuna, yolculuğa, tatile hep onunla gittim. Yemek pişirirken duran zamanın akmasını, uyuyamadığım gecelerin kısalmasını, depresif günlerde çukulatayla intihar etmekten vazgeçişimi hep bu mixe borçluyum. Sözlerin karamsar olduğunu düşünenler çıkabiliyor ara sıra, ‘geyik çıkabilir’ tabelasının oralardan!… ‘Korkularım iyi ki varlar, cesaretimi tetikliyorlar’ diyen bir adamın mesajları, güneşini- yörüngesini kaybetmiş karanlık bir dünyada yaşadığının farkında olanlar için fazla bile iyimser bence. ‘Dünya yeniden dönüyor…’ Ne zaman 3 maymun komasına sokan bir şeye maruz kalsam, mantra gibi bunu tekrarlarım… Bir de benlik kavgaları mantram var: ‘Dünya bir roman mı ki kahraman olmak lazım’

Söz ve sözcük fanatikleri için oldukça fazla söz ettim, ses’le ilgili bir diyeceğim yokmuş gibi oldu. Olmaz mı. Zaten ses olmasaydı, o kutsal üçlü (ses-söz-beste) tamamlanmayacak, büyü bozulacak, konuşacak bir şey kalmayacaktı. Doğan’ın sesi, Türkiye’de lisans, İtalya’da yüksek lisans yapmış aslanlar gibi bir ses. Ama malesef, ondan şan dersi almayacak olanlar, onun mikrofonsuz, kompresörsüz, mix'siz, mastering'siz, anadan doğma sesinin ve tonunun güzelliğini duyma şansını yakalayamayabilirler!

Yine de CD hallerini dinleyin, yorumunu duyun, minör bestelerinin her birinin bir hit olmasını garipseyin, 21 şarkılık bir albümdeki melodi özgünlüğünü gözlemleyin… Ya da bırakın bilincinizi koltukta, sadece keyiflenin, çiçeklenin… Güneş arkeolog, İlke ve Berke mimar, Ege avukat; buna şaşırın, ama durmayın, dans edin… Davulcu Berke’nin ve Suat’ın enerjisiyle azın, tepinin…

Evet, bu yazıyı nasıl toparlayacağımı buldum, en sevmediğim şey olan mesaj vererek! (Bu, öğretmenlik diplomasının üstüne çaktırmadan sıkılmış bir virüs müdür nedir-başka şekilde bitiremiyorum yazılarımı!) Virginia Woolf, ona kitap tavsiye etmesini isteyen bir öğrencisine: ‘Sana tavsiyem kimsenin okuma tavsiyesini alma, eleştirisini de okuma. Özgürlük, bir okurun sahip olabileceği en önemli niteliktir.’ demiş. Bunu alışverişini hep eleştiri yazılarındaki iyi ve kötüye, ya da çok satanlar listesine göre yapanlara gönderiyorum (kendi eleştirim meclisten dışarı (!) bana inanın, ve Redd’in bütün albümlerini alın!).

Kendime de Pazar gününün kaçmakta olan güneşini kovalamam gerektiğini yazıyorum.

Uraz, ne oldu bu yazının hali yav!?