29 Ekim 2009 Perşembe

Merkezkaç

En üstte koca beden. Kat kat, zırh zırh.

Arayış? Bulamayış? Sonra ve de bir gün buluş? Ya da körelmiş beynin kendini bilediği bulgu sanrısı? Bulgu sanrısının yarattığı freni patlamış açılma dürtüsü? Kat kat, zırh zırh açılma, açıldıkça merkezkaçla içe kaçan kir, toz, kıymık ve oluşan batıklar, küçülme, saçılma, sapan ivmesiyle dünyanın merkezine yolculuk, kaç metrekare bu merkez? kaç kalpkaççı sığar içine? yuh, ne kadar kara melhem aklar, paklar bu istifi, hangi kara şovalye iner bu derinliğe, hangi kızılmaske görür kızılötesini, kulak da yok ki yunusunki gibi...

Kat kat, zırh zırh kapanmak lazım.

30 Temmuz 2009 Perşembe

ABO'ma



Bir ablası olan kızın işi hem kolaydır hem zordur... Kolaydır çünki anneden daha küçük bir kadın ona daha yakındır; konuşma, paylaşma, eğlenme, öğrenme, takım ruhu, teknik ve moral destek, güven, teslimiyet gibi elzem hayat bağlarını onunla kurar. Zordur çünki o bir rolmodeldir ve onun gibi olmak isteyerek büyümesi kaçınılmazdır.

Özel bir ablası olan kızın ise vay halinedir! Japonca Çince filan bilen, mucitlik mesleğinden gelen, süper dans eden, şarkı söyleyen ve bu ikisini aynı anda yaparken bir de kabasa çalabilen, deli pinpon oynayan, bir saat durmadan yüzebilen, chopstick tutabilen, kafadan attığı yemekler hep harika olan, tongue-fu'da rakip tanımayan, airbrush'la resim yapabilen, elleri iyileştiren, feng shui'den modadan mimariden her bi .oktan anlayan ve de çok güzel olan bir abla, küçükler için biraz ürkütücü olabilir!!

Bu özel abladan başka var mı bilmem, bendeki aslı. Bugün de doğumgünü ve ona, ODTÜ günlerinden nefis bir tını armağan ediyorum. Tunç, Uğur ve Bilgehan abilere de sarılıp, sevgiler yolluyorum, birazı 83'deki küçük benden, birazı 09'daki kocamandan...

TINI
Vokal: Ece Berker
Sakallı gitar: Uğur Ersoy
Bıyıklı gitar: Tunç Özbilgin

Konuk keman: Bilgehan Erten

19 Temmuz 2009 Pazar

Geceyi izlerken

Akşam oldu yine. Küçük kanatlı kan içiciler bacaklarımı deliyor. Büyük kanatlı uçucular evlerine dönüyor. Bu bedende ciltlenecek ruh tezimi bitirmeye bir gün daha yaklaştım, bir şey yapmadan.

Ekranda 'Rokenkok'. Rokenkok'da kandil günü sanki kurban kesmiş, keserken de tüm kan yüzüne ve beyaz elbisesine fışkırmış bir adam, kestiği kurbanın tonundan böğürüyor. Performans sanatçısı herhalde o da, Aylin Aslım'ın Hande Yener için söylediği gibi. Fazla performans akla zarar, ben o yüzden balkondayım; geceyi izlemek üzere, ön koltuktan.

Sırtımı 'Bir Şey Yapmamak', 'The Art of Doing Nothing' türevinden, böyle kafadan bacaklı felsefe mi olur dedirten felsefik kitaplara dayamışken, haliyle canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Düşünen bir hayvan kılığında geceyi izliyorum sadece.

Ne gerek var bir şey yapmaya, ne gerek var çalışmaya. Yeryüzünü, balon köpüğü satarak para basmış insanlar istila etmiş, ellerinde de atom bombası gibi bir silah: medya. Sığınaklarda korunmaya çalışanlar bile hemen olmasa da yavaş yavaş ve acı çekerek ölüyor çünkü medyanın yaydığı kanserojen maddeye her şekilde maruz kalıyorlar. Enerji bedeni evrensel enerjiye bağlayan 7 çakra tıkanıyor önce; inanç, heves, umut, çaba, sabır, özgüven, sağduyu çakraları. Sonra da fiziksel beden mort oluyor.

Çakralarımın kapanmaması için lotoyu aklıma geldikçe değil, her kahvaltıdan sonra düzenli olarak oynamaya karar verdim. En babasından 'para' çıkarsa müthiş olur. Kaldı ki amortideki 'şans' a bile razıyım.

Şu karşı apartmandaki, salonu büyütmek için balkonu içeri alanlar ne şanslı. Hiç böyle açık havada oturup geceyi seyrederken bacaklarını vampirler, akıllarını düşünceler ısırmıyor. Onlar tv seyrediyorlar, güvende.

17 Temmuz 2009 Cuma

Flashback

Küçük kız BETAMAX' a girerken çok heyecanlıydı.
7 yıldır ilk defa bu kadar kırmızı yanaklı bir pozisyona düşüyordu.
Fazla sayıda yabancı onu izleyecek, az ya da çok yıldız verecekti.

Küçük bir f l a s h f o r w a r d la geleceğe zıpladı.
Geriye döndüğünde VHS' de buldu kendini...
Çok üzüldü; çünkü anneannesi BETAMAX' da kalmıştı.




Macar danslarıyla kendini avuttu.
Büyüdü, ve kendi VCD'sine taşındı.
Daha net görmeye başladı her şeyi...

Alt komşu bir gün şömineden girip, piyanosunu yiyince
BroadBand'in şarkıcısı oldu.
Ama babası bunu göremedi; çünkü, VHS'de kalmıştı.




'Bu iş böyle olmaz' dedi. Kumbarasını açtı.
İçinden bir iPhone, bir Laptop çıktı.

Derhal anneannesini Betamax'dan kurtardı.
Sonra babasını VHS'den getirtti.
Ablasını ve annesini de çağırdı.

Artık hep beraber şarkı söylüyorlar
Küçük küçük kutuların içinde
Ve tüm dünya da onları izliyor!...


16 Temmuz 2009 Perşembe

Yaramaz Böcek'ten...


Babam anında süper masallar anlatabilen bir insandı. Mandrake, Kızıl Maske, Lokman Hekim, Red-Kit, Kobra (bu kimdi?) gibi kahramanları bazen tek başlarına bazen hep beraber kullanarak, beni de olay örgüsüne katarak acayip aksiyonlar yazardı. Anlattığı özellikle uzayla ilgili fantastik hikayeleri dinlerken uyuyakalmamak için çok mücadele ederdim ve babam da bakar benim uyuyacağım yok, hemen bir son uydurarak, 'hadi bakalım yaramaz böcek, masal bitti' derdi. Çok fena bozulur, 'bitmesiiiiiin!!' diye yalvarırdım.

Basit bir gripte, boğaz ağrısında bile gece yüz kere odama gelir, yatağımın kenarına oturur, ateşim var mı diye bakıp başımı okşardı. Her seferinde uykudan uyandığım için ona çok kızardım. 'Öff!'lerdim 'Yaa!'lardım (ne boşboğazlık, ne çocukluk) ...

Futbol oynardık arka bahçede. Babamın bana öğrettiği fiyakalı ayak numaralarını mahalle ve okul maçlarında memnuniyetle kullanırdım. Ama oynamaktan çok babama yaslanıp, annem haşlamadan evvel çaldığımız kızarmış mantıları yiyerek maç seyretmeyi severdim... Tanju'nun gol kralı, Şeytan'ın bomba zamanlarıydı. Biz babamla Fener'liydik.

O ne zaman beste yapmaya koyulsa ben de yanında biterdim. Salon masasında yanına oturur, kendi beste yapma malzemelerimi (porteli kağıt, yumuşak uçlu kurşun kalem, silgi) hazırlar, ciddiyetle onu taklit ederdim. Babam bir piyanoya, bir masaya gidip gelip nota kağıdına nefis notalar yazardı. Yumurtaları hep aynı büyüklükte yapabilmesine şaşırır, kendi kağıdımı dörtlüklerle bezerdim, yazı çalışması gibi! O dönemde bir beste bile yaptığım rivayet edilir, ama delil yok.

Sık sık Botanik Parkı'na giderdik. El ele yürür, en aşağıdaki yeşil göle iner, kırmızı balıklara simit yedirirdik. Ben hafif meyilli çim yamaçlarda yan yatıp yuvarlanırken babam da banktan bana laf atardı. Tırmanarak çıktığım taş basamaklar vardı, orada da oturup atıştırırdık (simit, koshelva ya da susamlı helva). O kadar canlı ve net ki hafızamda her şey; dün yaptıklarım bulanık kalıyor.

Koridordaki ayakkabılığın üstüne çıkıp ona her kış sabahı içi kürklü paltosunu, her ilkbahar sabahı da pardösüsünü giydirirdim. Bu görevin bana ait olmasını ve onu öpüp sarılarak işe uğurlamayı çok severdim.

Leblebiler, fındıklar ve üzümlerle bana matematik anlatmasına hayrandım. 'Üçten iki çıktııııııı, bir' derken iki fındığı yutması çok komiğime giderdi.

Babamın daktilosunda yazı yazmaya bayılırdım. Rastgele basılan harfler, büyüdükçe hikayelere dönüşmeye başladı. Babama hikayelerimi okumak büyük zevkti. Çok güzel dinler çok komik yorumlar yapar ve 'Afffferin yaramaz böcek!' i yapıştırırdı.

Babam bazen bir şeyi çok komik bulduğunda o zamanların hit çizgi filmi 'Değerli' deki köpek gibi (hıh hıh hıh) gülerdi, ben de onun gülmesine çok gülerdim.

Bazen küstüğümüz de olurdu. Ciddi, kızgın, konuşmuyor ve de asla konuşmayacak edalarındayken beni 5 saniye içinde güldürebilmesine sinir olurdum. Bütün ciddiyetim, iddiam patlardı.

Bugün 77 yaşına girecekti babam. Saçları kıvırcık, elleri benliydi.

Çok özlediğimi yazmak istedim.

10 Temmuz 2009 Cuma

Vasiyet

1) Ben öldükten sonra patlayacak CD satışlarımdan elde edilecek gelirin İguanaları Evcilleştirme Vakfı'na bağışlanmasını istiyorum.

2) Sıradan bir Şarkı ve Sıradan bir Şarkıcı isminin ve albümün içinden seçilip çıkartılacak sözlerimin çeşitli acıklı metaforlarla beraber kullanılarak tirajı yüksek bir haber yayınlama gayretine girilmemesini rica ediyorum.

3) Ben hayattayken CD'mi raflarda görmüş ve almamış kimselerden, ben öldükten sonra da aynı kararlılığı ve tutarlılığı göstermesini bekliyorum. Eğer kendilerini tutamaz ve medyanın yarattığı meraka yenilip CD'mi alırlarsa da, aşağıdaki anketi cevaplayarak bloguma göndersinler. Bu anketten elde edilecek sonuçları, sanatçılara hayattayken faydası olacak bir sistem geliştirmeye yaraması dileklerimle Müyap'a ve tüm yapımcı şirketlere gönderiyorum.

1. Ben ölünce CD'mi neden aldınız?
a. Çok haber çıktı, merak ettim
b. Moda gibi oldu, insan almadan edemiyor
c. Best of'u çıktı, işime geldi
d. İçkiyle iyi gidiyor, daha bir dokunaklı oluyor ölünce

2. Hayattayken CD'mi neden almadınız?
a. Duymadım ki
b. Hiç reklamını görmediğim için dandiktir diye düşündüm
c. Ben sadece 'çok satanlar'ı alırım
d. Nasıl olsa ölünce alıcam dedim

3. Sizi henüz ölmemiş birinin CD'sini almaya teşvik eden şey nedir?
a. Seksi olması
b. Posterlerinin verilmesi
c. Maaşıma zam yapılması
d. Komşumun wireless şifresini değiştirmesi

9 Temmuz 2009 Perşembe

Sahilde parti

Sahilden Bostancı istikametine giderken Suadiye civarlarında, küçük, dar bir plajda müthiş bir parti veriliyor her gün, yaz boyunca. Alanı hınca hınç dolduran kalabalığı ve belde can, elde fırın simitlerini gördüğünüz, ve de Rimsky-Korsakov’un ‘Flight of the Bumblebee’ eserine benzeyen bir uğultu duyduğunuz yerde kuma inen basamakları takip ederek partiye katılabilirsiniz.

Giriş bedava, yaş sınırı yok, sınırsız eğlence garanti. Ortam ise aile ortamı, özel bir şey giymeniz şart değil; beyaz bir kilot yeterli. Partinin konsepti ‘denizde moda’, ve amacı mayonun yaratıcılığı öldüren tekdüzeliğine ve hareket kısıtlayıcılığına dikkat çekerek kamuoyuna bu konuda alternatifler sunmak, sunarken de bol bol eğlenmek.

Bayanlarda görülen yüzme kıyafetleri, kesim, tarz ve desen olarak oldukça geniş bir yelpazede seyrediyor: üste tam oturan ya da 3 beden büyük t-shirtler, askılı blüzler, havlu elbiseler, kısa kollu gömlekler, basmalar, üstü mayo altı etek kombinasyonlar ve tayt-bermuda-kapri çeşitlemeleri.

Erkek katılımcılarda aynı yaratıcılık gözlemlenememekle beraber özellikle 10- 16 yaş arası gençlerin tercih ettiği bol kesim beyaz iç çamaşırı, rahatlık ve pratiklik açısından ‘denizde moda’ partisinin en sade ve gözde kıyafeti.

Yaza damgasını vuran partinin bu haftaki ünlü konuk sanatçısı Ebru Berker’di. Fakat organizasyondaki aksaklıklar ve reklamdaki eksiklikler sebebiyle alanı dolduran kalabalık Ebru Gündeş’i beklediğinden, Berker’in katılımı büyük hayal kırıklığı yarattı. İlgi bulamayan ve kalabalığın denize doğru dağıldığını gören sanatçı konseri iptal etti, fakat neşeli tavırlar sergilemeyi sürdürerek oturduğu banktan bayan kreasyonlarını ve denizdeki simit cümbüşünü seyretmeye koyuldu.

7 Temmuz 2009 Salı

Dua

Saat 5 olmuş, gece soyunuyor
Ay, yüzü kızarmış, onu izliyor
İğde parfüm sıkıyor, güller allık sürüyor,
Ihlamur demlenmiş, güneşi bekliyor...
Yeryüzü, sessizce uyanıyor...

Peki ya bu cehennem şarkıları ne gökyüzünde tanrım?? Bu korkunç sesler kaosu, kulak paralayan çığlık kanonları?? Kıyamet günü mü iniyor gökten doğru? Kanatlılar niye hep bir ağızdan çıldırmış? Karga kocasıyla gaga-göz kavga mı ediyor. Kırlangıcın bebeği çalınmış feryat fellik mi bağırıyor. Martı kanatlarını kesmiş çatıdan mı atlıyor. Yarasa cinnet geçirmiş ailesini mi doğruyor. Serçe kabus görmüş durmadan mı inliyor. Kim var orada başka? Kim ne söylemeye çalışıyor? Neyiniz var tanrı aşkına! Yeryüzünü rahat bırakın, susun, sinin, yalvarırım!! Acılarım kanırıyor, kuduz köpek gibi saldırıyor. Yukarı yolladığım her pişmanlık başıma geri düşüyor. Korkularım içime üşüşüyor, sağduyumdan kaçışıyor. Nefretim büyüyor, gözlerim kısılıyor... Canım lakerda yapmak istiyor. İliklerimdeki kanı boşaltıp, kendi lakerdamı yapmak, ve size yedirmek...

Kulaklarımı geri al tanrım, uykumu geri ver, beni bu cehennemin içinde bırakma. Amin.

5 Temmuz 2009 Pazar

CD Rafından Kalbe: Bir kısa yolculuğun uzun tarihçesi

Aşağıdaki yazı, Uraz Özşakar'ın davetiyle, http://albumrehberi.blogspot.com/ sitesinde yayınlanacak bir CD/sanatçı eleştirisi olmak üzere yazılmıştır. En azından o niyetle başlamıştır!


Bu paragrafı tüm yazıyı bitirdikten sonra başa eklemek zorunda hissettim! Sevdiğim bir grup hakkında bir kaç şey yazacakken olay roman boyutuna yaklaştı; bu bakımdan okumaya vakti olmayanlar için yazıyı özetliyorum: Bahsi geçen grubun tüm albümleri, şarkıları, şarkı sözleri, aranjmanları, vokalleri, enstrüman çalımları güzeldir; gönül rahatlığıyla CD'lerinin tümünü alabilirsiniz!

Bu, daha önce hiç müzik-albüm-sanatçı eleştirmeyi denememiş bir kadının, Uraz’ın ricası üzerine bir şeyler yazmayı denemesidir… Yani aslında bu bir denemedir; bir müziğin, müzik grubunun CD rafından kalbe uzanan kısa yolculuğunun ve orada nasıl iktidar olduğunun a-politik, a-felsefik, a-analitik, gayrıciddi, baya samimi, oldukça kadınsal, EQ’sal ve de masalsal anlatımıdır.

Dünyadan haberimi televizyondan değil, seçmece domates misali gözümden, kulağımdan ve diğer antenlerden aldığımdan, bu beni dünyadan bihaber, asosyal, misantrop filan gösteriyor ki pek de umurumda değil. Ama işte bazen, bazı güzellikleri herkesten geç keşfedebiliyorsun ve bu bir süre sinirini bozuyor, kıskançlık yumurtluyor; ilk kaşiflerle aranı kapayana, hatta gaza gelip onlara tur bindirene kadar da rahat etmiyorsun.

Yıllar önceydi. REDD fan’lerinden bir tur gerideydim. D&R’a yaptığım rutin sağa sola bakınma, CD elleme, ‘amma da çok yeni adam çıkmış’deme ziyaretlerimden birinde elime ‘50/50’ diye bir CD çarptı. Beyaz zemin üzerinde ve saat yönünde acı çekerek dönen 4 tane aynı adamın kırmızı silüeti çok hoşuma gitmiş, ‘müzik kötü çıkarsa da güzel kapak tasarımları kolleksiyonuma katarım’ diyerek parama kıymıştım. Redd’i keşfim işte böyle sıradan bir günde, böyle saçma bir nedenle, hiçbir ‘mutlaka al’ baskısı ya da ‘tavsiye ederim’ mektubu altında kalmadan, kendi kendine gerçekleşti. Bundan dolayı da kendimle hep saçma bir gurur duymuşumdur; sanki olay bir şans değil de durugörüymüş gibi!

CD’yi yeni yuvasına getirdiğim akşam, yemeğe fiddler on the roof Bora ve boncuk gözlü eşi Özlem davetliydi. Eşim Yuri balık almaya çıktığında CD’yi açıp salon koltuğuna oturdum. Kim- kiminle- nerede -ne yaptı -kim gördü- ne dedi kısmını geçip ilk şarkının sözlerini okudum. ‘Dünyayı yağlamak lazım/paslandı düzgün dönmüyor/aya gidip bakmak lazım/buradan bir şey görünmüyor’. ‘Hmm,’ dedim, ‘hiç fena değil…’. Devam ettim. ‘Mutlu olmak için sevmek için görme, işitme/Mutlu olmak için sevmek için bilme, çok düşünme’. ‘Vay,’ dedim, ‘iyi nakarat yakalamış…’. ‘Derken bir yıldız kayar/tutsam bile elim yanar/ruhumu çeker medcezir/geri vermese işime gelir’. ‘Ufff… metaforlara bak!’…

Yuri levreklerle dönene kadar böyle ‘ah, off, uff, aman be, yuh, süper, helal...’ diyerek kıskanç-hayran bütün şarkıları okudum. Levrekleri ızgaraya, CD’yi teybe koydum, artık iyice heyecanlanmıştım. Birden içimde bir uyarı levhası peydahlandı: ‘Dikkat! Heyecanı düşür! Hayal kırıklığı virajındasın!’. O kadar çok bu virajdan aşağı uçup kafa, göz, kalp ve inanç kırdığım olmuştu ve her seferinde ‘artık CD’ye para harcamayacağım, yaşasın internet!’ demiştim ki, bu sefer de aynı şey olacak diye tırstım.

İlk şarkı başladı. Rahatladım biraz. Sözler müziğe suni tenefüs yapmaya çalışmıyordu; tam tersine french kiss yapıyorlardı (bu beni çok etkiler; güzel sözler kötü bir prozodiyle klişe akorlara bindirilmişse ya da güzel bir melodiyle hülyalara dalmışken sözlerin şapşallığı dikkatimi çekerse birden şarkıyla olan kontağı kaybederim). Ahh, solist oğlanın ses tonu da ne güzeldi. İkinci şarkı başladı, yaşasın o da nefisti. Ama yine de temkinli yaklaştım üçüncü şarkıya… Çünki üçüncüyle beraber sapıtan, saçmalayan, basitleşen, zevksizleşen, aynılaşan, piyasalaşan, çıstak’laşan, dumtıs’laşan nice CD’yi bardak altlığı yapmışlığım vardı…

Yıllardır peşinde olduğu hazineyi bulan birinin kafayı yiyip altınları havaya havaya fırlatması gibi CD’yi Bora’lar gelene kadar talan ettim. ‘Kim-kiminle’ kısmından sözlerin, müziklerin ve sesin Doğan Duru’ya ait olduğunu, grupta ikişerliden akrabalar olduğunu öğrendim; mitolojik, sembolik, atmasyonik zarif ilüstrasyonlara daldım; ‘Nefes bile almadan’ı nefes bile almadan üst üste dinleyip, biri bana ‘nefes bile almadan seviyorum seni’ dese ona kalbimi nasıl da tertemiz, dayalı döşeli, anahtar teslim verebileceğimi düşündüm (tabi bir roman kurgusu açısından…; yoksa kalbin bir sahibi çoktan vardı ve içeride şarapları açmakla meşguldü).

Bora’lar levreğe bayıldı, şarap muhabbeti coşturdu. Derken Bora sehpanın üzerinde Redd’in kapağını gördü. ‘Aaa, bunlar Duru kardeşlerin grubu!’ dedi. ‘Kim onlar?’ dedim, bana ikiz ikiliden biri olan Doğan’ın konservatuardan arkadaşı, çok iyi çocuk ve de sıkı müzisyen olduğunu söyledi… Bora’yla Özlem’e 50/50’nin Dj’liğini yaptım. Güzel yemekli, güzel sohbetli, güzel müzikli keyifli bir akşamdı…

Bu ‘iyi çocuk ve sıkı müzisyen’le yıllar sonra tanıştım. O gün Bora’nın düştüğü dip notların hepsi, dipten çıktı ve resmi gazetemde yayınlandı. Bu tanışma çok riskliydi aslında benim açımdan; Yazdığı satırlar arasından çıkardığın bir karakter yaratıyorsun kafanda, ister istemez, ve bu hayali karakter gerçeğinden uzağa düşerse buna çok içerliyorsun, kendini aptal hissediyorsun belki de, ve tepki veriyorsun. Doğan çok farklı çıksaydı, sevdiğim tüm şarkılarının paraşütü de kapanabilirdi içimde. Saçma, tutucu bir tavır. Ama tam tersi oldu. Yüzlerce yamaç paraşütü daha havalandı, rengarenk, ve seyretmesi çok keyifli...

Redd’i, Redd'le tanıştıktan sonra dinleseydim, tarafsız haberciliğimden şüphe ederdim şimdi, ama son albümleri 21’e varana kadar çıkmış 3 albüm (50/50, Kirli Suyunda Parıltılar, ReddAkustik/Plastik Çiçekler ve Böcek) ve 1 DVD (Gecenin Fişi Yok) tamamen özgür iradeyle alınmış ve bağra basılmıştı. 21 için yorum yapmaktan ise kaçınasım var, çünki Redd artık ne yapsa kafadan seveceğime dair ufak çapta bir korku geliştirdim; diğer fan’lere tur bindirmiş-iyi de halt etmiş- olmak nesnelliğimi de diskalifiye etmiş olabilir. Güzel bir siteleri var, ilk sayfada blog çıkıyor ve orada benden daha az ‘fan’ ve daha çok ‘objektif’ olan ciddi insanların 21 için yazdıklarını okuyabilirsiniz (http://www.redd.com.tr).

Bu türü meçhul yazıyı ne şekilde toparlayacağımı düşünmeden evvel ‘Kirli Suyunda Parıltılar’ isimli ikinci albümden de birkaç parıltı yansıtayım. Bu albüm hayatıma birinciden hemen sonra girdi çünki meğersem çoktan piyasadaymış. Kendime güzel bir mix yaptım (ki ilk defa ‘best of’ları ayıklamadan; çünki iki CD’de de ayıklanacak bir parça yoktu) ve yürüyüşe, alışverişe, spor salonuna, yolculuğa, tatile hep onunla gittim. Yemek pişirirken duran zamanın akmasını, uyuyamadığım gecelerin kısalmasını, depresif günlerde çukulatayla intihar etmekten vazgeçişimi hep bu mixe borçluyum. Sözlerin karamsar olduğunu düşünenler çıkabiliyor ara sıra, ‘geyik çıkabilir’ tabelasının oralardan!… ‘Korkularım iyi ki varlar, cesaretimi tetikliyorlar’ diyen bir adamın mesajları, güneşini- yörüngesini kaybetmiş karanlık bir dünyada yaşadığının farkında olanlar için fazla bile iyimser bence. ‘Dünya yeniden dönüyor…’ Ne zaman 3 maymun komasına sokan bir şeye maruz kalsam, mantra gibi bunu tekrarlarım… Bir de benlik kavgaları mantram var: ‘Dünya bir roman mı ki kahraman olmak lazım’

Söz ve sözcük fanatikleri için oldukça fazla söz ettim, ses’le ilgili bir diyeceğim yokmuş gibi oldu. Olmaz mı. Zaten ses olmasaydı, o kutsal üçlü (ses-söz-beste) tamamlanmayacak, büyü bozulacak, konuşacak bir şey kalmayacaktı. Doğan’ın sesi, Türkiye’de lisans, İtalya’da yüksek lisans yapmış aslanlar gibi bir ses. Ama malesef, ondan şan dersi almayacak olanlar, onun mikrofonsuz, kompresörsüz, mix'siz, mastering'siz, anadan doğma sesinin ve tonunun güzelliğini duyma şansını yakalayamayabilirler!

Yine de CD hallerini dinleyin, yorumunu duyun, minör bestelerinin her birinin bir hit olmasını garipseyin, 21 şarkılık bir albümdeki melodi özgünlüğünü gözlemleyin… Ya da bırakın bilincinizi koltukta, sadece keyiflenin, çiçeklenin… Güneş arkeolog, İlke ve Berke mimar, Ege avukat; buna şaşırın, ama durmayın, dans edin… Davulcu Berke’nin ve Suat’ın enerjisiyle azın, tepinin…

Evet, bu yazıyı nasıl toparlayacağımı buldum, en sevmediğim şey olan mesaj vererek! (Bu, öğretmenlik diplomasının üstüne çaktırmadan sıkılmış bir virüs müdür nedir-başka şekilde bitiremiyorum yazılarımı!) Virginia Woolf, ona kitap tavsiye etmesini isteyen bir öğrencisine: ‘Sana tavsiyem kimsenin okuma tavsiyesini alma, eleştirisini de okuma. Özgürlük, bir okurun sahip olabileceği en önemli niteliktir.’ demiş. Bunu alışverişini hep eleştiri yazılarındaki iyi ve kötüye, ya da çok satanlar listesine göre yapanlara gönderiyorum (kendi eleştirim meclisten dışarı (!) bana inanın, ve Redd’in bütün albümlerini alın!).

Kendime de Pazar gününün kaçmakta olan güneşini kovalamam gerektiğini yazıyorum.

Uraz, ne oldu bu yazının hali yav!?

28 Haziran 2009 Pazar

Personel yemeği

Mutlu insanın enerjisi yüksektir. İnsanı sever, aşkı sever, kavgayı abes bulur, işini içten yapar, keyifle sevişir, gülmeye meyillidir, alttan alır, küçük sorunları büyütmez, büyük sorunlar karşısında hükmen malup hissetmez, hastalığa harcanan vakti ikiye böler, hasat vaktini ikiyle çarpar, duyarlılığı ve çevre bilinci artar, ben-sen-o ayrımı azalır, seveni çok olur, girdiği ortamda gökkuşağı gözlemlenir, cebinde akrep yaşamaz, yardımcıdır, tembelse çalışma alerjisinden kurtulur, çalışkansa küçük zamanlara büyük işler doldurur, yazarsa kalemi durmaz, şarkıcıysa sesi yorulmaz... Mutluluğun faydaları saymakla bitmez.

İlkokuldayken haftanın 5 günü, 12 ile 1 arasında hep mutsuzdum. Yemek yemek gibi çok sevdiğim bir aktiviteye giden yol, okulun alt katında, pis kokulu, hatta sadece 'kokulu' değil harbiden pis, bilmem neden-pisliği temizlemek yerine örtmek daha kolaydır hep ondan mı-talaşla örtülmüş merdivenleri olan, ve güzel bir yemek yeme hayalini kusmaya direndiğim kabuslara dönüştüren devasa bir yemekhaneye açılırdı. 5 yıl boyunca devam eden bu sistematik işkence eğer akşamları eve geldiğimde annemin misler kokan mutfağında ve yemekleri sayesinde unutuluyor olmasaydı ben şu anda yemeğin her türünden, hatta yemek kelimesinden bile nefret eder olmuştum.

Personele verilen değeri alüminyumdan yansıyan ışıkla algıladığım, yağlı etlerin içinden ayıkladığım sebzeyle yediğim, ve pis bulaşıkhaneye tepsiyle geri teslim ettiğim ilk yerdi burası. Burada sadece öğrenciler ve öğretmenler yerdi, müdürlerden birini aramızda gördüğümü hiç hatırlamıyorum, ama yine de yemek fişini evde unuttuğum-ki bu benim en doğal hakkım, çocuğum- ve yemek verilmediğim zamanlarda kantine gittiğimden, müdürlerin yemekhaneye uğramadığına dair yüzde yüz emin değilim; belki de arada bir 'içindeymişik, yeşilmişik, halkmışık' diye diye talaş, yağ ve bulaşık kokusunda yemeye katlanıyor olabilirlerdi.

Üniversiteyi kazandığım sene, çalışmaya başladım. Annemlere yaz tatili boyunca bir otelin 'aktivite masası'nda çalışmamın benim için iyi bir aktivite olacağını söylemiş, hafif çaplı direnişleri de 'otelin yakınlığı, tanıdıklığı ve kalitesi', temalı kampanyamla bastırmıştım. Farklı şeyler öğrenme isteği ve para kazanma hevesiyle cumhuriyet bayramı coşkusu içinde başladığım çalışma hayatım 1 ay zar zor sürdü. İlk canımı sıkan şey öğlenleri beni ilkokul yemekhanesine ışınlayan benzer koku olmuştu. Bunu evden sandviç getirip çam ağacı altında yiyerek halletmiştim ki bu sefer de rengi, biçimi bana hiç yakışmayan bir uniformayı giymenin alerjisiyle boğuşmaya başladım. Birkaç başka rahatsızlık da üst üste gelince immün sistemim çöktü ve baba evine geri döndüm!

Yaz tatilinin geri kalanını ekmek elden su gölden, para kazanmak için sevmediğim yemekler yemek, sevmediğim şeyler giymek zorunda olmamanın mutluluğuyla evimin bahçesinde geçirdim! Ama algılarım açılmıştı; balkondan karşı otelin mutfak kısmının açık arka kapısını görüyor ve 40 derece sıcakta kalın üniformalar ve sabo denen ayak haşlayıcı plastik terlikler giyen ahçılar için üzülüyordum. Eve giden yol üzerindeki otellerin personel yatakhanelerini görüyor, şoktan şoka giriyordum. Bir insan penceresiz, klimasız küçücük odalarda 5 kişi yatırılarak asker koğuşundaki konforun benzerine layık görülürse, o insanın sabah mutlu uyanma, çalışma hevesiyle işe gitme, bırak müşteriyi insanı sevme olasılığı ne olur diye düşünüyordum. Oteline müşteri, para, kalite getirecek en önemli şeyin mimari fiyakadan çok, iyi ve mutlu bir personel olduğu gerçeğini neden bu işletmeler göremiyordu? Bir müşteriyi mutlu etmenin ancak değer verilen, iyi yiyen, iyi giyinen, iyi hisseden, rahat uyuyan ve mutlu kalkan bir personelle mümkün olabileceği çok açık değil miydi?

Her geçen sene, her iş tecrübesiyle beraber hayal kırıklığım arttı. Farklı müzik gruplarıyla beraber vokalist olarak turnelere katıldım. Bu gruplarla (ablam Ece Berker'inki hariç) gittiğim her ilde, işletmenin büyüklüğü-zenginliği fark yaratmaksızın personele verilen yemek ve yemekhanenin aynı vasatlıkta olduğunu görüp, sahneye buruk (ve aç!) çıktım. (Ablamın personel menüsünden a la carte menüye terfi etmesinin sebebi 20 yıldır aynı piyasa içinde komik paralara iyi müzik yapmaya çalışmasına gösterilen 'para yok ama en azından iyi ye' tarzında bir vicdan borcu mu, yoksa burcunun aslan olması mı, emin değilim!)

Hiç unutmayacağım bir 'personel' yemeğini, 'personal shock' içerisinde İstanbul'daki Mariott Otel'de ye(me)dim. Kırmızı-siyah süsleme malzemelerine binlerce liranın akıtıldığı bariz olduğu bir sevgililer günü ekstrasında, en güzel, en kırmızı elbisemle en güzel valslerde dansediyor, önümden geçen havyarlı, somonlu, karidesli, kalamarlı tabaklara en kırmızı rujumu sürdüğüm dudaklarımla öpücük gönderiyor, program sonrası yemeyi hayal ettiğim (ki bunların kalamar ve karides olmayacağını bilecek kadar saflıktan uzaktım artık) şeylere karşı sevgilime hissettiğimden daha kırmızı hissediyordum!

Programdan sonra yemeğimizin soyunma odasına geleceği söylendiğinde iştahımın kırmızısı solmuştu zaten, ama gelen -çok pişmiş değil resmen yanmış, bir A4 kağıdından biraz kalın tavuk parçasını ve yanına- konmuş değil, atılmış-hani kötü köşe dönercilerinde dürümün içine lütfedilen o eciş bücüş-patatesleri gördüğümde iyice allandım (utanç kızgınlık anlam verememe aşağılanma isyan tabağı fırlatıp atma karışımı bir ton). 'Biraz domates alabilir miyim?'
'Kusura bakmayın, müzisyen menüsü bu kadar'.
'Ketçap var mı müzisyen menüsünde peki!!?'

Masaya konan küçük ketçap şişelerinin emniyet etiketlerinin yırtık, yani müşteri masalarından geri gelen artık ketçaplar olduğunu söylemeye ne yanağımın tonu, ne sesimin ne de üslubumun tonu elveriyor.

Bursa'da çok şık bir gece klübü ekstrası evvelisi, tavuk yemek istedim. 'Hayır, personel menüsünde köfte var' dendi. 'Ya nolcak köfte yerine tavuk yesem?'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var'. 'Ya kardeşim tavuk köfteden daha ucuz, amaç ucuza doyurmaksa!'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var'. 'Sizin isminiz ne?'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var' 'Bugün hava da ne güzel değil mi?'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var'.... 'Hay personelinize de köftenize de... Tavuk gelmezse çıkmıyorum ulan sahneye!!! Dağıtırım burayı! Gagalarım hepinizi yolarım ibiğinizi, tavuk gelmezse keserim ulan kendimi sonra da tüm bu grubu teker teker....!!!!! ' diye çıldırmak isteyiş, dün gibi taze bir his.

Müzisyen personel midir? Haftanın beş günü aynı yerde düzenli müzik yapıyor ve sabit maaş alıyorsa evet; özel günler için ekstraya ya da konser vermeye geliyorsa hayır. Ama amacım bunu tartışmak değil. Ben 'personel olmak kötü bir şey midir?' i soran bir emekçiyim bu yazıda. Verdiği emeğin karşılığını para bir yana güler yüz, iyi yemek, saygı, sevgi ve minnettarlık olarak alamayan her emekçinin, kendim de dahil, bunu sineye çekmemesini ve kalıplaşmış anlayışları küçük bir ton farkıyla bile olsa değiştirmeye yönelik bir şeyler yapmasını diliyorum.

7 Haziran 2009 Pazar

Sanal dünyadan öbür dünyaya

'Pink' çağından başlayıp aradaki lodoslu 'blue' çağına ve sonra da akıllı, güzel, hedefleri olan genç bir bayana dönüştüğü 'red' çağına kadar karşı kapısında oturduğum, ve bu çağlar boyu açtığı tüm pencerelerden içeri göz atabildiğim, günlerimin dev zaman dilimlerini beraber geçirdiğim Ecem'im 3 ay önce yok oldu ve hala yok. Alışılası bir şey değil. Keşke iki kere yok olunabilse (mesela birincisi reklamlar olsa) ve de iki yokluk arası bir kere daha varlığın tadı çıkartılabilse--gibi çeşit çeşit garip düşüncelerle, az uyuyarak ve hiçbir şey yapmayarak geçirdim son 3 ayı. Sadece bir klip sözü vermiştim Ecem'e, ve dün bitirince onu, sanki birazcık göğüs kafesim gevşeyebildi.

Benim her uçan böceğe çektiğim ufaklı irili saçma sapan videoları Ecem çok beğenirdi ve bir gün, içinde kendisinin olacağı bir müzik klibi çekmemiz fikrini ortaya attı. Bu klip tercihen yeni çıkacak ve klibi olmayan bir parçaya yapılacaktı böylece youtube'a onu attığımızda gelen yüzbinlerce tık sayesinde Ecem model ben de yönetmen olarak meşhur olacaktık--fikri üzerine fazla sayıda geyik yapmış ve çok gülmüştük... Parça seçmeye gelince fazla düşünmedik; Ecem'le beraber konserlerine gittiğimiz ve çok sevdiğimiz Redd'in yakında albümü çıkacaktı ve onun içinden bir parça seçip başlayacaktık.

Zaman aktıkça aktı, sanki ivme kazandı ve ışık hızına ulaştı... Redd'in albümü çıkmak bilmedi ve Ecem bana diyordu ki 'Doğan'dan rica etsene, bir şarkıyı yollasın bize, sen ancak çekersin nasıl olsa'... Redd'in solisti Doğan arkadaşım olmasına rağmen albüm çıkmadan önce ondan bir şarkısını göndermesini istemek, sırf bizim eğlencemiz için, çok saçma ve yakışıksız gelmişti tabi ki ve Ecem'i 'Biraz daha bekleyelim, az kaldı yahu' diyerek geçiştirdim.

Yok olduğu gecenin kara delikli anından birkaç saat önce, Ecem'le MSN'de aynı şeyi konuşuyorduk. Ona, yazın çekeceğimizi söylüyordum, o da 'Yazın olmaz bütün gün stajda olacağım' diyordu.

Ecem yok oldu.

Beynimdeki birkaç kıvrım kangren oldu, ciğerimde bir çift badem göz kadar delik açıldı.

Ve Redd’in albümü çıktı.

Ecem'in varlığıyla yokluğu arasında şoklanmış biri olarak ona söz verdiğim klibi, söz ve müziği beni ilk saniyede darmadağın eden ‘Her Neyse’ye çekmekten başka bir düşüncem olamadı... Belki sözümü yine de tutmuş sayılmam çünki onu özne yapamadım klipte; dakika başı of'latan özlem, aramızdan-kaçar gibi-ayrılışına ve onu tutamayışıma duyduğum hiddet o kadar berbat bir sancı yarattı ki Ecem'i anlatmaktan çok bu sancıyla boğuştuğumu farkettim. Sancıyı aylardır başımın üstünde boş boş gezinen düşünce balonuna tıkıp patlattım; evet heralde yaptığım sadece bu oldu.

Her Neyse... 'Eco, Berke penasını imzalayıp gönderdiği kızı tanımış oldu... Güneş gülüşünün çok güzel olduğunu söyledi... Doğan klibin daha iyi olması için destek oldu, ve de babası babanın çocukluk arkadaşı çıktı... İşte varlığın ve yokluğun arasında çok şey ya da hiçbir şey ifade etmeyen birkaç şey.’

Kalın
Vokal: Doğan Duru
Albüm: 21 (Redd)

Klipte yer alanlar : Ecem Koçer, ben, Doğan Duru, İlke Hatipoğlu, Berke Hatipoğlu, Yuri Ryadchenko, Zehra Ayçiçek (dans), Gizem Civelek (taklit), Fatoş Koçer (lunapark)
Kamera: Yuri, ben, Hüseyin Bulut
Kurgu: Ben

Fikir ve yardımları için en kocaman teşekkür kocam Yuri'ye, sonra yeğenim Togi'ye (Çokdeğer), ve de Doğan & Güneş Duru'ya...

JVC ProHD kamerasını bize defalarca veren 'Sonbahar' filmi kameraman asistanı Burak'a ve bu kamerayla sahil ve konser sahnelerini çeken sevgili Hüseyin ve Cem'e de sonsuz teşekkürler...

23 Mart 2009 Pazartesi

Prenses (Ecem Koçer)


Güzel ve asi bir prenses yaşardı şatomda.

Kocaman kadife tahtında küçük mutlu bir kedi gibi uyurken masallar okurdum ona göğünde yıldızları gece gündüz, güneşi dört mevsim olan.

Ama bu masalla mışıl mışıl uyuyacak bir prenses değildi benimkisi; hemen sıkılır, tahtında homurdanarak saçlarını savurur ve öbür yana dönerdi. O, ayla güneşin vardiya değiştirdiği, yıldızların havai fişek gibi patlayıp sulara gömüldüğü, denizin mavi fırfırlı eteğini kabartıp birden herşeyi yuttuğu bir alemin prensesiydi. Pembeden hazzetmez, pembe giydirmek isteyenleri, pembe masal anlatanları gözlerindeki sağır eden gök gürültüsüyle şatodan uzaklaştırırdı hemen.

Tahtına çıkar yanına sokulurdum bazen, küçük mutlu bir diğer kedi gibi. Öperdi beni gıdığımdan kocaman bir sesle ve kalple. O zaman kalbimin bütün çekmeceleri eteğine dökülür ve o da ayıklardı, ayırırdı döküntüleri değerlilerden, siyahları pembelerden... Kendine yakıştırmaz, ama başkasına takmaya bayılırdı pembe olan herşeyi; ve çok yapardı bunu, çok da iyi yapardı.

Uzun lafın kısası, di’li geçmiş yasası... Prenses gözlerini çıkarıp astı bir gece duvarıma; saçlarını boy boy, şekil şekil bıraktı fotoğraflarıma; ılık ılık pembe pembe kaldı dudakları gıdığımda; ve verdiğim sözlerin akarken mürekkebi o okuyamadan, pencereden düştü o çok kurguladığı, kurcaladığı diyarların avlusuna.

Sonunda pembeler giyip herkese siyah takması dışında -hatta bu da dahil -bir anormallik yok aslında bu masalda. Gündüzle gecenin eşit haklara sahip olduğu bir bahar gününde meleklerle eşitlenmesine, tüm kainatın aciz halkı deliler gibi sevinmeli belki de; yaptığı delilikleri anlatmalı, sevdiği şarkıları söylemeli, çikolatalı gözleme yemeli ve çılgınlar gibi dansetmeli...

Bugün, prensesimi böyle uğurlayabilmek için... bilmem - ya di’li geçmişi olmayan bir kabileye, ya aciz olmayan bir kainata, ya da ‘pembe’ ve ‘siyah’ alegorilerini kullanmayan daha yaratıcı bir zihne sahip olmuş olmam gerekiyordu.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Bageri, Eşref, yeni ev, yeni göz

O dürüst, titiz, zeki, çalışkan, meraklı küçük bir adam... O vicdanlı, demokratik, şefkatli bir lider... O, kara gözlü kara kaşlı ufacık tefecik bir karabiber... Bageri 9 yaşında ve benim yeni kahramanım.

Bir yarım günümüz beraber geçti Bageri'yle. Pek çok şeyden konuştuk, iş yaptık onunla, oyun oynadık, resim çizdik. Ben dakika aşırı güldüm, hep şaşırdım. O yarım günü takip eden 2 gün Bageri benim zihnimi kuşattı, kara gözlerinden saçılan zeka ışınları gözümü kamaştırdı, konuşmalarındaki heyecanlı ton kulağımda takıldı kaldı. Aslında normaldi belki bunlar, günümüz çocukları artık böyleydi; her şeyden haberdar, her şey hakkında fikir sahibi, kendini çok güzel ve rahat ifade edebilen, kullanma kılavuzu kullanmaya gerek duymayan, tepelerindeki 21. yüzyıl uydu anteniyle her türlü bilgiyi anında toplayıp toparlayıp sindirebilen ve onları yerli yerinde kullanabilen küçük uzaylılar... Normal olmayan tek şey benim önyargılarımdan ötürü bunu Bageri'den beklememem ve şaşırmamdı; çünki Bageri bir Kürt boyacının oğluydu.


(*)

Eşref Abi'yi tanıdıktan sonra, asıl kahramanın o olduğunu anladım. Bageri sadece suyu, ışığı ve yeri iyi olduğu için sağlıklı büyüyen ve tomurcuk veren normal bir çiçekti.

'Terörist olmasın, okusun, adam gibi işi olsun, bilgili insan olsun' dediği ilk çocuğu doğmadan evvel Diyarbakır'dan İstanbul'a göç etmiş Eşref Abi, karısıyla beraber, 23 yıl önce. Annesi babası da desteklemişler onu: 'Çık git, kurtul burdan oğlum, terör var başka da bir şey yok' demişler. Bu sözlerle, 17 yaşında verdiği bu cesur kararla ve beş parasız başlamış Eşref Abi'nin kurmaya çalışacağı, sıkıntı ve acı dolu yeni hayatı...

Yeni bir evimiz var ve Eşref Abi'yi bizim badanamızı yapmak üzere bir arkadaşımız tanıştırdı. Daha ilk saniyede onu sevdik, o nereden çıktığı bilinmez güven duygusuna anında kapıldık, el sıkıştık ve işler başladı. Boyalara tinerler katıldı, radyoda enerjik bir frekans bulundu, ve herkes (ben, Eşref Abi, ve sonradan beni en az Eşref ve Bageri çifti kadar şaşırtan Mardin'li Faik) farklı bir odanın duvarına saldırdı. Boya işi birkaç güne kadar bitiyor ve belki bu üç kişiyi bir daha görmeyeceğim ama sigara molasında, çay saatinde, yemek sonrasında onlardan dinlediğim hikayeler sayesinde yeni bir eve yeni bir çift göz ile yerleşiyorum; bu da onları hiç unutmayacağım anlamına geliyor.

'Kürt meselesi' denen şey hakkında oturaklı, kitaplı, makaleli, tezli, anti-tezli bir bilgim yok. Olması için bir ara uğraşmıştım ama 'Dağda adam vurmakla sorun çözülüyor mu? Peki PKK köyü basınca ne elde etmiş oluyor, peki peki PKK'nın bastığı bu köylerde Kürtler yaşamıyor mu? Hemşin'ce şarkılar söylenince bir şey olmuyor da Kürtçe söylenince niye olay çıkıyor?' gibi tipik ana soruların bile tatmin edici açık ve seçik cevaplarını bulamamıştım. Benim küçük barışsever kafamın içinde hiçbir bilgi birbiriyle tutmayınca da çok geçmeden sigortam attı ve karanlıkta iyice kör oldum.

Eşref Abi bana çok küçük kısa bir mum yaktı, ve biraz zifiri karanlığı aydınlattı, ama ben bu sefer de nefessiz kaldım; soluduğum oksijen, içtiğim su, herşey zehirliymiş gibi geldi. Tek güvendiğim ve bağışlarımı gönderdiğim Denizfeneri'nin söndüğünde hissettiğim şeylerin benzerini hissettim; aslında kansere çarenin çoktan bulunduğunu ama kemoterapi sektörünün ölmemesi için bunun gizli tutulduğunu duyduğum andaki gibi hissettim; Lenin'in yaptığı her şeyin anlatıldığı kitabın her sayfasında gözleri kocaman büyüyen ve 'aman Allahım' diyen Yuri'nin hissettiklerine benzer şeyler hissettim... Az önce 5N1K'daki 'Kahramanlar katil, katiller kahraman oldu' başlıklı araştırmayı izledim, ve işte yine aynı şeyleri hissediyorum: şok, artçı şoklar, güvensizlik, huzursuzluk, umutsuzluk, yalnızlık ve korku.

Aslında 2 uzun paragraf boyunca bana yakılan kısa mumun ışığında gördüklerimi yazmıştım ama yine yukarıda bahsettiğim hislerden dolayı onları siliverdim; bilmiyorum, internet aleminde gezinen öcüler, kakalar, kötüler olduğu ve onların kahramanımı benim yüzümden üzebileceği paranoyası sardı dört bir yanımı; artık sanki saflığımdan büyük bir dilim kaybettim, krem şantinin altından beton çıktı, kıvırcık saçlarım bir kurda kuzu postu oldu.

Yazacağım her şeyi geri yuttuğum için yapacak bir şey de kalmadı, bir kaç konuşma baloncuğunu olduğu gibi aktarmaktan başka.

Bageri: 'Abim bi monitör getirdi. Amcam da kasayı (bilgisayar) verecekmiş. Dediler ki geri kalanı da para biriktirip sen al. İşte ben şimdi para biriktiriyom, mouse alcam, mouse pad bi de klavye.' (ki ertesi gün abisine sordum, öyle bir kasa yokmuş ortalıkta)
Ebru: 'N'apıcaksın peki bilgisayarla?
Bageri: 'İnternette oyun oynıycam... (ve Bageri, Ebru'nun bir tek 'Dragon' kelimesini seçebildiği onlarca İngilizce oyun ismi sayar, hararetle)

Eşref: 'Çalıştım didindim ve sonunda bir daire satın aldım. Komşular apartmanlarında bir Kürt'ün mal sahibi olduğunu duyunca çok korktular, huzursuz oldular. 10 yıl boyunca kapımızı çalan olmadı, hep kötülük beklediler sanki. Bageri çok iyilikseverdir, apartmanın yaşlılarına hep yardım etmek istedi, kollarına girdi, paketlerini taşıdı, ama o küçük çocuğu bile ittiler, istemediler. Ama 10 yıl sonra bir komşu beni çay bahçesine çağırdı. Benden özür diledi; önyargılı olduklarından dolayı...'

'Gözüm öyle tepelerde filan değil, böyle mutluyum ben. 5 çocuğun 3'ü kaldı, onlar da üniversiteye girsin, eğitimini tamamlasın başka bir şey istediğim yok. Ben çok ezildim, sıkıntı çektim, onlar çekmesin.'

'Gölden su içerdik, hayvanlarla beraber. Elektrik 90'larda geldi.'

Ebru: Gördüğün muamele, çektiğin sıkıntılar, yaşadığın koşullar içinde Türklerden 'nefret etmemeyi' nasıl başardın Eşref Abi?
Eşref: Nasıl nefret edeyim, niye edeyim, bu memleket hepimizin... İstanbul da benim, Diyarbakır da.. Senin de bir gün tayinin çıkar gidersin Diyarbakır'da öğretmenlik yaparsın, belki sever orada kalırsın. Ben askerde omuz omuza durdum, yan yana yattım Türk arkadaşımla, aynı şey için aynı amaç için... Gelibolu'yu gezdim, benim akrabaların yattığı yerleri gördüm; nasıl nefret edersin, Gelibolu'yu gezen kimse nefret edemez birbirinden, herkes bu memleket için savaşmış. Kardeşçe niye yaşayamıyoruz bu memlekette... Nefret yaratmaya çalışıyorlar... Onlardan nefret ediyorum.'

Bageri, çevre kirliliği temalı bir resim yapar.
Ebru: 'Ölü balıkları, sigara içen kadını, ağaç kesen adamı anladık da bu ip atlayan kız ne Bageri? Çevre kirliliğiyle ne alakası var?'
Bageri: 'O da çok toz kaldırıyo.' ...


(*) Bu Bageri değil, arkadaşım Güneş Duru'nun çektiği bir fotoğraf, ama o kadar Bageri'ye benziyor ki bu karabiber de...

22 Ocak 2009 Perşembe

Müzikli Alfabe'nin T'si

Bu albüm Sony BMG tarafından 2006 Eylül'ünde piyasaya çıkarıldı. Sözlerini Tekin Özertem'in yazdığı tüm şarkıların besteleri Doğan Canku'ya ait. Doğan Abi bu şarkıları benim okumamı teklif ettiğinde uçtum çünki içinde çocuk olan her şey bana çok yakın ve beni mutlu ediyor.

Aranjmanları Yurik, Stüdyo Yurik'de yaptı. Hece Canku ve Gözde Yılmaz diye iki minik, lokum vokalistim vardı. Birbirimizi gıdıklayarak, tavuk gibi gıdaklayarak, kıkırdayarak, dansederek 27 şarkı kaydettik. Diğer 2 şarkıyı da Gökhan Sarsam ve ablam Ece Berker okudu.

Grafik tasarım da Swatch'a tasarım yaptığını duyduğum, çok başarılı grafikerlerden-aynı zamanda benim TED'den arkadaşım- Özlem Ölçer'e ait.

Aşağıdaki klibi T Harfi için yaptım! Footage by Yuri.


14 Ocak 2009 Çarşamba

'Solissimo'
















Solissimo, benim bayıldığım, eskitemediğim, her ruh halime uyan ve nasıl böyle çalınır diye diye yıllardır hayranlıkla dinlediğim bir CD. Basın bülteni ağzıyla yazmak gerekirse de: Saf Prodüksiyon ve Milhan Müzik ortaklığıyla 2006'da çıkmış, geleneksel Latin Amerika müziklerine ilgi duyanlar için arşivlik bir CD.

Sadece Arjantin'li maestro ve gitarı var; ama bazen 2 bazen 3 bazen 5 kere üst üste (overdubbing) çalıyor Ricardo; onu şahsen tanıyıp insan olarak hayran olmamdan etkileşimli değil, gerçekten muhteşem bu CD.

Bu albüm aynı zamanda benim piyasaya çıkan 2. kapak tasarımım.



Ricardo'yu çok sevdiğim için, onun tüm grafik işlerini yüzümde bir tebessüm ve içimde bir pırpır ile yaptım. Güzel tasarım yapmak için CD sahibini sevmek gerekmiyor tabi ama seversen dip köşe detaylara daha çok sahip çıkıyorsun, resimleri özenle seçiyorsun, 2 kat daha zamanı memnuniyetle ayırıyorsun, geceleri uykun gelmez oluyor, sabah iş başı yapmak için saat kurman gerekmiyor, kağıt, kartuj ve ozalitçiye giden paraları lira değil kuruş cinsinden algılıyorsun. Çok mucizevi bir tepkimesi var bu sevgi olayının.


Ricardo'nun resimlerini Yuri çekiyordu önce. Sonra bana devretti görevi, çünki onun bir teorisi var; bayan resimlerini erkek, erkek resimlerini bayan fotoğrafçı çekerse gözün parlaması, tebessümün doğallığı bakımından çıkan sonuç bambaşka olur. Bilmiyorum ne kadar doğru ama Ricardo çok doğal ve sempatik ben de çok keyifliydim çekerken.


Açık hava resimlerini Yuri'nin 30 küsür yıllık SLR 'Zenit-E' siyle çektim. Makinanın deri çantası açıldığında duyduğun koku o 30 yıla şahitlik yapıyor. Bu tozlu- antika kokulu makinadan çıkan sonuca inanamadım; renkler o kadar güzel, derinlik o kadar harikaydı ki sanki photoshop'un Alice in wonderland effect'i varmış da onu kullanmışım gibi oldu.



CD'de Ricardo'nun 2 bestesi var. Diğer şarkılar Arjantin, Uruguay, Paraguay, Karaib, Ekvador, Brezilya ve Bolivya'dan. Her şarkının Türkçe, İspanyolca ve İngilizce açıklaması var; yani açıklama derken, paylaşımı, mini hikayesi diyelim. Dil çok samimi, esprili. Mesela bir bestesi hakkında şöyle yazmış: 'Bumba, eğlence için küçük bir parça. Meraklı dinleyici Prokofiev'in Re majör keman konçertosunun üçüncü bölümünden araklanan bazı notaları farkedecektir.' Ricardo tanıdığım en büyük ve en mütevazi müzisyenlerden.


Ricardo birkaç yıl öncesine kadar İstanbul'da yaşıyordu, şimdi Susana'yla evlendi ve İspanya'ya taşındı. (ben de onunla sanırım 98 yılında Pera Güzel Sanatlar'da tanıştım. Latin gitar öğrenmek için kursuna kaydolmuştum. Ama ben daha 'alttan üçüncü teeel, birinci perdeee' diye bir saatte akor basarken bazı öğrenciler Miles Davis'in 'So What'ını çalışıyorlardı Ricardo'yla- bir organizasyonsuzluk klasiği yani- o yüzden kursu bırakmak zorunda kaldım, ama Ricardo Yuri'yle de tanışınca güzel bir arkadaşlık kapısı açıldı, Pera'ya müteşekkür kaldım.)

Stüdyo Yurik'de yapılan kayıtlar Yuri ve Ricardo gibi iki komik, rahat, esnek, ve profesyonel adam sayesinde çok keyifli geçti; ben tasarım ofisimde içerden gelen enerjiyle iyice pompalandım. Biz Ricardo'nun bu güzel eserini duyurmaya vesile olmaktan büyük gurur duyduk. O da Yuri'nin sound'unu, benim tasarımımı çok beğendiğini söyledi. Böyle mutlu sonla biten alışverişler sonrasında insanda tuhaf bir boşluk, burukluk kalıyor.

Ricardo'yu çok özledik.

http://www.blogger.com/www.prolatinmusic.com/Ricardo_Moyano.html
http://www.saf.com.tr/

12 Ocak 2009 Pazartesi

Grafik tasarımcıklar

Grafik tasarımcılığın en güzel tarafı onu yapabilmek için bir daha dünyaya gelmen gerekmiyor; yani mesela bir daha dünyaya gelsem balerin olmak isterdim diyebilirsin çünki 33ünden sonra havalarda uçman ve pergel oturman mümkün değildir. Ama grafik tasarımı, biraz göz zevkin ve biraz photoshop ve illustrator bilgin varsa, çizgin iyi değilse bile yapabilirsin-tabi kendi çapında; öyle David Carson, Dave McKean, Escher çapında demiyorum:)

Ben tasarım denen şeyi solumaya ve yaşamaya, Ankarada'ki evimizin uzun ince koridorunun sonundaki beyaz kapılı 'Ecabla' odasında başladım. O oda, kilitli olmadığı zamanlar-çünki en sevdiğim şey oraya girip ablamın projelerinin üzerine resim yapmakmış - 6 yaşındaki bir insan için barbiler, legolar, evcilik muhabbetlerinden çok daha büyülüydü, dün gibi hatırlıyorum. Bir kere orası tam bir kırtasiyeciydi, en çok sevdiğim şey! Yüzlerce renkli kalem, fırça, envayi çeşit boya, cetvel, makas, selobantlar, çeşit çeşit kağıtlar, kartonlar... ODTÜ'de Endüstriyel Tasarım okuyan ablamın ne yaptığına dair pek bir şey anlamazdım, ressamlık- mucitlik- sihirbazlık gibi bir şey diye düşünürdüm ve malesef ben ne yaptığını anlayana kadar da o çoktan evlenip Almanya'ya taşınmıştı. Eğer yaş farkımız biraz daha insaflı olsaydı ve o benim yanımda olsaydı büyürken, yüzde yüz şu anda hobisi öğretmenlik olan bir grafikerdim!

Bu sayfada, hobisi grafik tasarım olan bir öğretmenin kendi çapında yaptığı bazı işleri bulacaksınız.

'Creatrio'yu Amerika'daki bir şirket için yapmıştım. 'ForteMüzik' İstanbul'daki bir müzik organizasyon firması, bizim can dostumuz. Gerçi sonradan logosunu değiştirdi ama bu tasarım benim hoşuma gitmişti şahsen:) Chicano/Chicana Studies Group da İzmir'deki bir organizasyona gitti, açtıkları logo yarışmasında seçilerek (tabi tek katılımcı ben de olabilirim, bilmiyorum!) .


Doğan Abi'm bu konsere hiç çıkmadı ama çıksaydı posteri hazırdı!


Sarp Genco, SAF Prodüksiyon'un ilk sanatçısıydı. Sancılı biten bir ortaklığın ardından geriye Sarp'ın güzel şarkıları, Yuri'nin güzel aranjmanları ve benim posterlerim kaldı. Neyse ki sonunda insan ilişkileri de sağlığına kavuştu.


Bu bomba takım çok güzel bir konser verecekti ama iptal oldu.


Likör Servisi benim ilk grubum ve Moda Deniz Klübü'ndeki ilk işimiz için yapmıştım bu posteri. Kadro -4 +2 şeklinde değişerek BroadBand oldu.

METU Times

Hayatımda ilk defa bir dergiye yazı yazma, 'yazarlar' köşesinde gülümseyen vesikalığımla yer alma, ne konuda yazacağım diye deadline'a dört gün kala dört dönme fırsatını yakaladım. O dergi de üçüncü sayıyı çıkaramadan kapandı. Büyük hüsran!

Aşağıdaki yazım ilk sayı içindi:

Bu derginin ilk sayısına yazı yazmanın, içimde sıkışıp kalmış “ODTÜ’lü olamama” ukdesini bir nebze okşadığını ve gülümsettiğini farkettim! Bana bu fırsatı veren başta “myspace”de tanıştığım METU Times fotoğrafçısı sevgili Onur olmak üzere tüm dergi yetkililerine teşekkür ederim.

Yazı yazmak, kümülüs bulutlarımı dağıtan, pirincimin taşlarını ayıklayan, sesim kısıkken mikrofonum olan, portremi en güzel resmedebilen sihirli bir eylemdir benim için. Dışarı çıkarken “cebimde mi?” diye kontrol ettiğim ilk şey kağı
t-kalemdir. Dolayısıyla bir dergiye yazı yazma fikrinin beni ne kadar heyecanlandırdığını tahmin edemezsiniz. Ama şimdiye kadar hep kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi olduğumdan şimdi başkalarına anlam ifade eden bir konu bulmakta zorlandım. Baktım derginin basım günü ben daha konu bulamadan yaklaşıyor, dedim o zaman ODTÜ’nün içimde ukde kalma nedenlerinden bahsedeyim bu yazıda; sıradışı bir üniversite oluşunun yanısıra benim için “baba”sal ve “abla”sal olan daha kişisel nedenlerden... ODTÜ’nün tarihinden bir-iki sayfanın da köşesini kıvırmış olurum belki...

“Bir İlkbahar Sabahı” isimli bestesi “1985’in en sevilen şarkısı” seçilmiş olan ve Türk Müziği’ni özünü bozmadan çokseslendirme ve gençlere sevdirme çabaları ile tanınmış bestekar babam Erdoğan Berker, bir sonbahar sabahı aramızdan ayrıldığında İstanbul’da yaşıyorduk, ablamın bir oğlu vardı, ben üniversite son sınıftaydım. 80’li yıllarda besteleri dillerde olan babamı herkes bir müzisyen olarak bilirdi ama aslında o, çok başarılı bir inşaat mühendisiydi.

Babamın İTÜ’yü bitirdikten sonra şantiye şefi olarak çalıştığı ilk proje ODTÜ’nün Mimarlık Fakültesi’ymiş. Behruz Çinici’nin mimarı, Yaşar Alp’in müteahhiti olduğu Mimarlık Fakültesi’nin inşaatına babam 1962’de başlamış ve çift vardiya çalışarak 1963 Ekim’indeki ODTÜ’nün ilk eğitim dönemine onu yetiştirmiş. O zamanlar için çok yeni olan ‘çıplak beton’ uygulamasının zorluğuna rağmen kısa zamanda teslim edilen bu iş herkesi çok şaşırtmış. İlk rektör Kemal Kurdaş, bu başarısından ötürü babama nikahının Mimarlık Fakültesi Amfisinde kıyılmasını teklif etmiş.


Annemle babam sonuçta başka bir yerde evlenmişler ama
Kemal Kurdaş
babamın nikah şahidi olmuş.

İlk şantiye şefliğindeki bu başarının ardından babam kendi mühendislik firmasını kurmuş ve bu sefer ihalesini kazandığı ODTÜ’nün Fen ve Teorik Kimya Fakültelerininin müteahhitliğini yapmış.

80’lerden sonra yaşananlar ise tatlı bir masal gibi hafızamda... Ablam Ece Berker ODTÜ’nün Endüstriyel Tasarım Bölümü’ne girdiği zaman, bölüm henüz ilk mezunlarını vermemişti. O sıralar 6-7 yaşlarında olan bana, ablamın odasındaki dev mimar masası, etraftaki kocaman kağıt rulolar, renkli kalemler, boyum kadar cetveller, silgiler, fırçalar, kendi tasarımı olan garip garip objeler, uzay dizaynlı lacivert ütü, tuşları gökkuşağı renklerinde pleksiglas piyano vs. her şey çok büyülü gelirdi. En sevdiğim günler ise ODTÜ’lü iki arkadaşı Tunç ve Uğur'la kurduğu TINI isimli müzik grubunun bizim evde prova yaptıkları ya da okulun amfisinde konser verdikleri günlerdi; çünkü hem söyledikleri folk şarkılarına hayrandım hem de Tunç Abi’ye! TINI, 81-85 yılları arasında herkesin yakından tanıdığı, sevdiği ve ODTÜ’yü temsilen şehir dışı üniversitelere konsere giden popüler bir grup olmuştu.

İşte benim çocukluk yıllarım babamın, ablamın, sonra da kuzenlerimin ODTÜ’de geçen hikayelerini dinlemekle geçti ve liseden sonra İstanbul’a taşınmamız nedeniyle ODTÜ’lü olamamak, hafızamda o tatlı masalın buruk sonu tadında bir iz bıraktı. Ama İstanbul’dan da olsa, teknolojik yollarla da olsa artık o masalın içine bir şekilde ben de dahil oldum!! Yaşasın METU Times dergisi!







Kadın

Müzik: Salsa Celtica
Klip: Ebru Berker
Mekan: Marmaris
Zaman: Sonbahar,08
Ekipman: Fotoğraf makinası



10 Ocak 2009 Cumartesi

Tamay Takı

Tamay benim annem. Bugün benim için yaptığı framboazlı, çikolatalı, likörlü pastayı yemesem de yanında yatsam diye düşünürken gözlerim doldu. Annenin babayı, babanın anneyi, her ikisinin de kızlarını taparcasına sevdiği bir ailede büyümüş olduğumu bazen kanıksıyorum. Sonra bir şey oluyor, bir şeyler görüyorum, duyuyorum ve aslında bunun çok da kanıksanası optimum bir koşul olmadığını farkediyorum. Keşke olsaydı, sevgi tıkabasa, doya doya yaşanıp kanıksanabilseydi...

Kaleydoskop'a tek gözümü dayayıp baktığımda gordüğüm ilk güzellik annemin yaptıkları... Ben onun yaratıcılığına, göz zevkine, el kabiliyetine ve sürekli birşeyler uyduru-uyduruvermesine hayranım, o yüzden pazarlama özürlü olduğum için yıllardır göz önüne çıkaramadığım ve sonuçta da annemin 'yap yap nereye kadar' diye yapmayı bıraktığı takılarını buradan tanıtmak istiyorum; biraz vicdan borcu, ve son bir turbo modu.








Önce küçük bir tarihçe... 2 yılbaşı önce, kocam ve ablam beraber xtraya gitmiş ve ben annemle başbaşa kestane-çay-aptal tv programları döngüsünde kaybolmuşken, anneme laf olsun diye çivi bükme- halka açma-kapamayı gösterdim. Sadece o geceyi Sibel Can, Seda Sayan seyrederek hunharca harcamamak için yaptığımız bu aktivite, bir hafta içinde annemi bir tasarım canavarına, bekarken kaldığım odayı da takı atölyesine dönüştürdü.

Gün aşırı ona uğradığımda gözlerime inanamaz olmuştum. Hiçbir yerde görmediğim modeller oluşuyordu ve 'anne bunu bir yerde mi gördün' dediğimde 'yok ya kafadan atıyorum işte bişeyler' diyerek beni dehşete düşürüyordu. Bu kafadan atışlara gerçekten tanık olmaya başladım. Kursa gitmediği için ara malzemeleri nasıl kullanacağını bilmiyor ama onları hiç olmadık biçimlere ve yerlere endeksleyerek acayip acayip kolyeler küpeler yapıyordu. Bilmiyorum, çok abartmayacağım, herkese annesinin mantısı, böreği, dolması, ördüğü kazak, yaptığı takı harika gelebilir, normaldir; ben de sıkı taraftarımdır!

Annem yarı değerli taşları gözüne kestirip de eve migros torbası değil ağır ağır taş torbalarıyla gelmeye başlayınca ve de aldığı fişlerdeki rakamları görüp gözlerimiz yuvalarından fırlayınca, Yuri'yle (eşim) bu işe bir yardım eli atmaya karar verdik.

 Takı resmi çekmek için özel çadırlar aldık, makinanın kendi flaşından memnun kalmayınca gittik şemsiyeler spotlar bişiyler aldık. Yapılan her kolyeyi küpeyi stüdyo içine kurduğumuz mini foto stüdyosunda çekmeye başladık. Küpeler misinalara kurutulmuş bamya gibi asıldı. Yuri her bamyayı bimnemkaç ışık ayarıyla beşer altışar kere çekti. Ebru onları aldı, en iyisini ayıklayıp photoshopta misinayı yok etti. Kolyeler için uzun, kısa, siyah, beyaz büstler alındı, çadırlar içinde garip pozisyonlara girilerek ve gün sonunda bel fıtığı olunarak yine beşer altışardan yüzlerce fotoğraf çekildi, ayıklandı, aklandı paklandı. 

Sonraları büstler kesmemeye başladı, model avına çıkıldı. Konu komşu, abla, arkadaş, esnafın eşi, kuzen vs güzel gıdısı olan herkes SAF Tasarım'ın kadrosuna model olarak alındı. Onlara günler verildi, her kolyeye uyan kostümler seçildi, mekanlar belirlendi, makyajlar yapıldı... Her takı kodlandı, özellikleri yazıldı, fiyatları belirlendi... Web sitesi alındı, birine site yaptırıldı... Annem sipariş gelince takıyı içine koyup göndermek üzere farklı renk ve boylarda bohçalar dikti... Kısacası gerçekten, ailecek, tam anlamıyla kastık...!

Sonuç: Masrafın tırnağı bile olmayacak vasat bir gelir tablosu. Yazarken bile içim acıyor, ne emek, ne uğraş, kaliteli olsun her şey diye kafa patlatmalar... Tamam, kabul, pazarlama ile çok fazla uğraşamadık, bir destek lazımdı bu cephede, ama yine de asıl sorunlardan biri 'marka' olayının sinir bozucu, denk olmayan denklemi... Vakko'ysan, Derishow'san al bir yün ip, üstüne bir tahta yuvarlak as, 300 TL fiyat koy ve talep üstüne talep olsun... Ama marka değilsen, ve kimse flaşör yakıp 'bakın bu cidden iyi, güzel, özgün ve kaliteli, bunu alın' demiyorsa kimsenin onu farkedeceği yok.

Kermeslerde süründük, dükkanlara özel yapım kumaş dosyalar içinde ürün götürdük, çektiğimiz tüm resimleri ozalitçide bastırıp tıp kitapları gibi kalın kalın dosyalarla sunumlar yaptık... Sonuç olarak vardığım nokta şu: milletin kaliteliyi kalitesiz ve zevksizden ayırma kabiliyetsizliği oldukça göz kamaştırıcı! Müzikte öyle, sanatta öyle... Bıkılası, el etek çekilesi bir durum.. Ama yapamıyosun işte, umut her bahar yeniden yeşeriyor, beynini resetleyip güzelden anlayan nesli tükenmek üzere olan birkaç insanı bulmak için yine düşüyorsun yollara...

İşte annemin takıları : www.tamaytaki.com

Yorumlarınız hasretle beklenir!



9 Ocak 2009 Cuma

10.Ocak.1976

Ben bir araştırma görevlisiyim. Bugün meslekteki 33. yılım şerefine kendime bu blog'u armağan ediyorum.

Kelimelerin, resimlerin, videoların, sesin ve her nevi nesnenin potansiyelini araştırıyorum. İşlevi bazen iş görmek, bazen beyine çilingirlik yapmak bazen de birini mutlu etmek olan bu araştırmalar sırasında çıkan enerjiyi seviyorum. Bu enerjinin bağımlısıyım.

Ne var ki bu kadar uzun zamandır bu işi yapıp hala bir titr sahibi olamamak (halk arasında 'bir baltaya sap olamamak', 'taş olup da baş yaramamak', 'ne uzayıp ne kısalmak' olarak geçer) elbette ki beni de zaman zaman-mesela mum üflerken, kırışıklık kremi sürerken-rahatsız ediyor.

Kaleydoskop'un bir amacı, bu rahatsızlığın şiddetini bir nebze azaltmak; şöyle ki akut ve kronik yaratma dürtüleri ya da teklifleri sonucu ortaya çıkan irili ufaklı her şey burada birikecek, ve her yıldönümünde bu izdihamı ve renk cümbüşünü gören beynin gözü boyanacak; yatı, katı, titri olmasa da kendini bir baltanın sapı hissedecek.

Kaleydoskop'un diğer amacı da, tabi ki, 33 yılın bir evresinde yoluma çıkmış ve illa ki beni bir şekilde etkilemiş herkese teşekkür, onlarla paylaşım ve onlarla etkileşim...