7 Aralık 2010 Salı

ÇATAL KARAM, ÇİNGENEM, ÇİÇEĞİM için S.O.S

Dün annem caddeden çiçek alıp gelmemi istedi. Uzun zamandır dışarı çıkmadığı için Çiçek Durakları'ndan haberi yoktur diye düşünüp bahsettim. Haberini gazetede gördüğünü, o durakların çingenelerin 'üşüyoruz, hepimiz böbrek hastası olduk' isyanı üzerine devlet tarafından yaptırıldığını ve onların oraya taşınacağını okuduğunu söyledi. 'Allah allah,' dedim anneme 'o duraklarda hiç çingene görmedim ben'.

foto: Mehmet Demirkaya

Neyse, çiçek almaya gittim. Önce durağa baktım. Sadece siklamen, begonya, menekşe ve orkide vardı. Biraz ilerideki çingeneme yürüdüm. Hiç bir çiçekçide olmayan çeşit, renk ve kokuyla her zaman gözümü alamadığım tezgahında dikildim. Sonra yanıma gelen Sevim Teyze'ye bu durakları sordum, annemin dediklerini, ve işin aslını... Anlattıkları kalbime gül dikeni, ısırganotu, kaktüs kıymığı oldu.

Çatal karam, çingenem anlattı her şeyi bir bir: ''O duraklar bizim için yapıldı evet, Avrupa'dan geldi o proje. Üstelik çiçekçi başına 20 milyar küsür de iş kurma yardımı vardı projede. Avrupa verdi bunu. Ama tabi ki bize zırnık koklatılmadı. O duraklar yapıldı ve içine kendi adamları kondu. Sadece Bostancı tarafında bir tanesine bizden biri girdi. Şikayet ettik, gittik Kültür A.Ş'nin kapısına, dedik 'noldu hani bize yaptıydınız?' Dediler ki 'kura çekildi, onlar çıktı.' Ne kurasıymış bu, anlamadık. Hiç bir şey elimizden gelmedi. Ben bu caddede 2 kuşak büyüttüm, benim kız da burada büyüdü, işte bu da onun oğlu'' dedi yanında 9 yaşlarındaki çocuğu göstererek.

foto: aldacı

''Burayı kendi mahallemden daha iyi bilirim, her çiçeği, her müşterimin hangi çiçeği sevdiğini, vazoya nasıl koymak istediğini.. Bu iş benim ömrümü verdiğim bir iş ve karda, ayazda oturmaktan romatizmalarım artık yürütmüyor, çok ağrım var. Herkes hasta. Böyle bir dükkana geçmek bizim hakkımızdı. Şimdi 'biz teklif yaptık, siz kabul etmediniz' gibi bir laf dolaşıyor ortalıkta. Öyle demiş devlet, yani 350 lira vergi verecekmişiz, yanımızda birini çalıştırıp onu da bağkurlu yapacakmışız, sadece kendi söyledikleri yerden çiçek alacakmışız falan filan... Ben bunların hepsine razıydım. Gerçi o çiçek alacağımız adamla konuştum, şu gülü bana tanesini 2.5 liraya verecekmiş. Ben bunu burada 2 liraya satıyorum. Düşün artık o adamdan 2.5 liraya alıp da kaça satıcam da bişiy kazanıcam ki ben?''

''Neyse, ama yine de razıydım, bu kadar sıkıntı çektik, yeter ki bi dükkana girelim dedim. Ama yok ki ortada böyle bişiy!! 'Biz teklif ettik , kabul etmediniz, madem öyle hadi burdan yallah' diyecekler sonunda ben biliyorum! Sonumuz fena.. Lütfen bize destek olun canım güzelim.. İnternete mi nereye giriyosanız, bişey yapın.. Yakında açılış yapacaklar, ve eminim ki o bizim Roman'a verdikleri tek dükkan önünde yapacaklar bunu ve diyecekler ki 'işte biz böyle böyle bir proje yaptık..' Biz de o zaman ortaya dalıp 'hani nerede proje, hani hepimiz dışarıdayız' diyeceğiz..''

foto @flickr by nurdane

Ben Sevim Teyze'yi solmuş erengül gibi sessizce dinlerken, badem gözlü küçük torunu yanıma gelip 'facebooktan yazabilir miyiz?' dedi. Erengüllerime renk kaçtı, bir an katmerlendiler. O an çok tatlıydı; orada olmalı, o oğlanın akıllılığını o bir cümlede tartabilseydiniz.. Gülümsedim yani, saçlarını karıştırdım.. 'Aferin sana, tabi ki yazabilirsin, madem facebook'u biliyorsun, gir yaz.. Gazetelerin internet sayfalarına da girip yaz. Bir duyan olur elbet.'

Eve gelince internetten biraz araştırma yaptım. Çok fazla haber yok açıkçası, biri kendi resmi sitesi , biri facebook olmak üzere toplam dört site buldum konudan bahseden.

Resmi sitede bu durakların Romanlar için yapıldığına dair hiç bir işaret yok. 'Çiçek Durağı, 2007 yılında başlatmış olduğu proje ile Türk tüketicisinin kaliteli çiçeği üreticinin bahçesinden tüketicinin masasının üzerindeki vazoya en uygun fiyat ile sunmak anlayışı ile çıkmış olduğu yolda...' diye başlayan bir cümle var sadece.

''Belediye Romanları dinlemedi, 'Çiçek Durağı'nı yerleştirdi'' diye başlık atmış bir bağımsız internet gazetesi haberinde, çingenelerin bu büfelere karşı çıktığından söz ediliyor.

'Çiçek Durağı büfeleri kimlere verildi?' başlıklı Anadolu Yakası sitesinde ise CHP'li meclis üyelerinin Kadir Topbaş'a verdikleri yazılı soru önergeleri var. Sorular çok güzel ama verilen cevaplar sitede olmadığı için bir aydınlanma yaşayamadım. Altına 3 tane yorum gelmiş, 1.si benim gibi düşünen, bir şey bilmeyen bir vatandaştan. 2.si Sevim Teyze'nin dediğini doğrulayan , daha gözlemci bir vatandaştan. 3.sü de 'türbanlı türbansız farketmez, amaç işsize iş sağlamak' gibi yine olayı türban düşmanlığına bağlayan gereksiz bir yazı, o yüzden onu yayınlamıyorum bile.

Şimdi, ne düşüneceğimi gerçekten bilmiyorum. Çingenemin söylemiş oldukları beni hiç şaşırtmadı, içimden gelen ilk tepki 'inanmak' oldu. Yani yıllardır neler okuyoruz; kendi değerlerini, ormanlarını, binalarını, arkeolojik alanlarını dümdüz edebilen bir sistem var her gün manşetlerde. Kanıksadık artık bunları. Bu kanıksanmışlık içinde tabi ki Sevim Teyze'nin dedikleri de aynı rafta etiket buldu benim için. Ama 'bir' kişinin dedikleri ve hislerimin işbirliğiyle kimseyi itham etmek doğru olmaz, biliyorum.

Çingenemi, çiçeklerimi, ve yaşadığım mahalleyi onlarla beraber çok seviyorum.. Tek bildiğim, eğer Sevim Teyze'nin anlattıkları doğruysa, onların yanında olmalı, destek vermeliyiz.

İnternetle alışverişe başlanacakmış, çiçekler özel soğuklukta tutuluyormuş vs vs. İnternetle çiçek siparişi beni zerre kadar ilgilendirmiyor; siz saatlerce devlet dairelerinde kuyrukta beklediğim, yaşlıları 2-3 kat merdiven çıkmak zorunda bıraktığınız devlet işleri için internete ağırlık verin, ben çıkar çiçeğimi alırım caddeden.

Ben çingenemi, ayağını soğuktan kesen bir dükkanda, sağlıklı ve mutlu görmek, ve hep ondan çiçek almak istiyorum. Benim gibi düşünüyorsanız, bu konuyu araştıralım, soralım, daha fazla şey bilen varsa facebook'da paylaşsın. Gönülçelen'e gönderdiğimiz kucak dolusu tirajın aynısını mahallemizde yıllardır beraber yaşadığımız çingenelerimiz, sağlıkları ve çocukları için gönderelim.

Hiç aktivist bir yapım yoktur aslında, ama düşündüm de herkes kendi yaşadığı ve önemsediği haksızlıkların, yolsuzlukların Wikileaks'i olsa, büyük manşetlerin de sıklığı azalırdı belki. Azalır mıydı?





2 Ekim 2010 Cumartesi

Natürmort

Kelimeleri birbirine teyellerken, ne kadar farklı şeyler olur incecikten kabaya doğru.

Kimi zaman şaşırırsın, çünki kelimeler sadece ağzından çıkar, beyninden değil. Bunu farkedip pişman olmaya vakit bile bulamadan kelimeler ulaştığı kişinin mirası olur, onunla yaşar ve onun mirasyedilerine kalır.

Beyninden, kalbinden doğru ve sapmadan çıktığında kelimelerin bir şey ifade ediyor olması yine mutlak değildir. Seni anlamadığını düşündüğün bir çift gözün önünde sürekli tetris oynarsın; ben öyle demek istemedim' diye diye, öyle denersin, böyle denersin ama yine de gözdeki o boşluklardan kurtulamazsın.

Çok nadir görülür, ama öyle de desen böyle de desen, aslen ne demek istediğini sen demeden anlayan birileri çıkar; herkes buna bir kere olsun tanık olur, ya da olduğuna inanır. Ne var ki bu fenomen uzun süre seni kendine bağlayamaz, sen insansın; her şeye alışır, alıştığından da sıkılırsın.

Kelimelerini anlamayan, yadırgayan, yargılayan insanlara da ayrı bir ihtimam gösterebilirsin; bu doğanda vardır, belli bir oranda kendi kendini yorma arzusu her insanın hamuruna bahşedilmiş bir mayadır. Kabartır, kabından taşırır seni o maya ve kendinden habersiz bu süreçten zevk alır, aldıkça da ona bağlanabilirsin.

Çok konuşursun bazen; niceliği çok olunca niteliğinden de eksilterek. Çok az konuştuğun da olur, susarak halletmen gerektiğine inandığın şeylerinle kendini daracık bir odaya hapsederek. Klostrofobik olur çıkar, ama sonuçta onu da seversin ayrıcalıklı hissettirdiğinden.

Kelimelerin kıran kırana çarpıştığı durumlarda zırhı en kalın, en güçlü olan kazanır; kelimeleri değil. Çünki amaç konuşma balonunu hınca hınç doldurmak ve bu balonu karşıdakinin kafasında patlatarak çarpışmadan yenik ve ezik ayrılmasını sağlamaktır. Burcu, yaşı, yaşamışlığı, artık zırhını dayanıksız yapan neler varsa onların bütünü yüzünden o bir kişi yenilir ve ezilir. Bazen yenen kişi de ezilir; insan karışık bir işlemcidir.

Kelimeleri az olanla çok olanların bir arada sükunetle yaşamaları çok alışılmış bir şey değildir. Bir tarafı tatmin etmeyen, eksik hissettiren şey öbür tarafa fazla gelir ve onu yorar. Empati köprüleri bu dengesizlik yüzünden sürekli sallanır. Herkes alıştığından bir fazlasını ve bir eksiğini koyabilirse ortaya, köprü ancak böyle keyiflidir, güzel seyirlidir.

Birinin kalbine giden yolda yanlış kelimeleri seçmen sıklıkla rastlanan talihsiz bir durumdur. Sen istediğin kadar kelimelerin efendisi olduğunu san, her yol sahibinin ihtiyaç duyduğu, aç olduğu, haz duyduğu kelimelerle geçilmelidir, ve sen onları bir türlü bulamayabilirsin. Bazı yollar da gondolla gezilen keyifli şehirlerin suları gibi seni hiç bir kelime, ses, süs aramadan kalbe alıverir. Şanslı olmak hayatın olasılıklarındandır, ki hayati değildir.

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerlerde, bir natürmorttaki gibi, ışık, fırça, gölge, kumaş, fon devreye girer... Hiçbir şeyin tek başına bir şey ifade etmemesi aslında dünyanın en ferahlatıcı fikridir.

4 Haziran 2010 Cuma

Sen şimdi sarılmak istersin

Uyandığında dalgaların omuzunda açık denizlere doğru sürüklenmekteydi. Telaşla arkasına baktı ve ufukta denizin doğum lekesiymiş gibi gözüken kıyısını ayırdetti; doğduğu, büyüdüğü, sevdiği ve çoğaldığı kıyısını. Kalbinin kıyısında bir sızı hissetti... Ne zaman kopmuştu kıyısından? Ne zaman kocaman sarılmayı bırakmıştı ona da çekmişti, sökmüştü onu koca okyanus... Bunu bilemedi, bilmek istemedi; ya da korktu biraz okyanus boyu yanlızlıktan.

Dalgaların dansı bir festival kalabalığı gibi onu uzaklara sürüklüyordu. Karşı yüzdü buna, kendince uzun bir süre. Gözleri, aklı ve yönü kıyısına çevrilmiş, dalgaların ritmine teslim olmamak için müthiş bir direniş gösterdi. Direndikçe yoruldu, yoruldukça duruldu, ve durdu en nihayetinde. Renginin solduğunu farketti. Panik içinde kendini kokladı, yokladı; artık oksijen veremediğini boğuk ve ağlak bir çığlıkla denize, göğe ve artık bir hayalet gölgesi gibi gözüken kıyısına bağırdı. Onun fotosentezini kaybettiğini duyan deniz buna hiç aldırmadı; alışıktı, görmüş geçirmişti. Gök gürüldedi biraz, bekleyen zor günlerin hava raporunu verir gibi. Kıyısı ise çok üzüldü; hem ona, hem onsuz ve oksijensiz yaşamın olasılıksız fikrine.

Yosun, saatleri itekleyen dakikalar, günleri tetikleyen saatler ve aylara varan haftalar boyunca denizin en açık yerlerinde, güneşin tam olarak altında savrulup durdu. Sürekli kıyısından, daha - daha da uzağa yittiğini zaman zaman hatırlıyor, bir kabustan uyanma anındaki travmayla çıldırmış gibi ağlıyor, ama okyanusun umarsız dalgaları ve sessizliği yaşlarını yutunca tekrar kendine geliyordu. Sırt üstü yatıyor, yüz üstü yüzüyor, sonra dalgaların ritmine boyun eğip-hatta eşlik edip demeli artık-uzaklardaki kıyılara daha çabuk varmak istiyordu. Uzaklarda bir kıyı bile olduğuna emin değildi ama o kadar yorgun, o kadar tekil hissediyordu ki sımsıkı sarılacağı bir kayanın hayali o uzak kıyının tepesinde yanan bir deniz feneri kadar parlaktı.

Sarılmak onun için hayatın ta içiydi. İçinden gelen durdurulamaz, örtbas edilemez bir dürtü, bir ihtiyaç, dahası fotosentez yapabilmesi için en birinci koşuldu... Bir günü bile sarılmadan geçirirse yüzü sarkar, sararır, ruhu sanki sevgisini taşırmaktan korktuğu için vücudunu tıkıyormuş gibi hissederdi. Kıyısındayken öyle kuvvetli sarılırdı ki kayasına diğer yosunlar hafif de kıskanarak 'dağılacak elinde kum gibi, rahat bırak biraz kayayı' derlerdi. Kayanın ise bu sıkı sıkı sarışlara hiç itirazı yoktu, güneşten ödünç aldığı ısıyla yosunun saçlarını kurutmak hoşuna giderdi; dahası geçit vermez görünüşü altındaki koca delik bu küçük yosun ona sarıldığında öyle bir dolardı ki, kaya kendini dağ gibi hissederdi. Bunu hiç bir zaman dillendirmedi, ama sarılmanın akıttığı enerji bu dilin çok üzerindeydi zaten; herkes her şeyi bilendi.

Kıyısından iyice uzaklarda dalgaların öngördüğü şekilde sürüklenen yosun bir zaman sonra huzurlu hissetmeye başladı. Okyanus bir amniyotik sıvı gibi onu besliyor, farklı renklerde, tiplerde canlıları yoluna çıkararak ona kıyısında hiç yaşayamayacağı deneyimler sunuyordu. Yosun kimisiyle hemen dost oluyor, kalbinin satenden tüllerini aralayarak içeriyi gezdiriyor ve gözlerini yeşil yeşil parlatıyor; kimi zaman ise yenmek, yutulmak, parçalanmak korkusuyla büzülüp top gibi aşağılara kaçıyordu. Yaşadığı bu sonsuz deneyimler atlasında onu anında kıyısına götürebilecek bir yelkenli çıksa bile önüne, el sallayıp yardım isteyeceğini sanmıyordu; kendi başınalık, özgürlük onun içinde çok farklı yelkenler açmıştı artık, geri dönmesi mümkün değildi. Ancak tek bir şey vardı içinde bir kaktüs çiçeği gibi açan; rengi melankoliye, taçları inceden bir acıya yol veren... O da sarılmanın özlemiydi.

Gözünü bir kıyının menzilinde açtığında yine bu özlemin hayali botuna binmiş yalpalıyordu. Kıyıyı gördüğüne birkaç güneş, birkaç dolunay döngüsü boyunca inanamadı, çünki özgürlüğün bir kıyı bağlantısı olmadığı fikrine aklını güzelce ikna etmişti. Ama bir önceki hayatından kalmış bir miras gibi tutkuyla anımsadığı 'sarılma' hissi, ve onu tekrar tadabileceği ihtimali de kalbini başından alıyordu şimdi.

Dalgaların boyu boyuna, yönü yönüne denkti zaten; demek okyanus da onu bir kıyıya atmak istiyordu. Amniyotik sıvı onu doğurmak istiyordu. Onu doğurup, sonsuz korunmanın ve özgürlüğün olmadığı bir kıyıda terketmek istiyordu. Hayatın rotasıydı bu, yerçekimi gibi kendiliğinden bir durum. Yosunun aklından, yarışan yunuslar gibi geçti bu düşünceler- hiç durmadan ve kafa patlatmadan. Sarılma isteği o kadar kabarmıştı ki, okyanusun doğum sancısını da arkasına kattığı gibi yosunüstü bir hızla kıyıya doğru yüzmeye başladı.

Yüzdükçe hızlandı, hızlandıkça heyecanlandı, heyecan ise bir buruk meltem oldu sırtından doğru esen. Kendi kıyısından gelen bir meltemdi sanki; ılık, sevecen ama kırgın. Suya daldı, suyun altından yüzdü bir müddet; meltemi sırtında hissetmek istemiyordu. Nefesinin bittiği yerde yukarı çıktı. Sağa sola bakındı, meltem yoktu. Belki de hiç olmamıştı; hiç esmemiş, kırgınlığını bu kadar açığa taşımamıştı hiç. Yosun kendi aklıyla yarattığı bir meltemden nasıl da ürperdiğini çabucak suya gömerek tekrar kıyıya doğru var gücüyle atıldı.

Kıyıyı seçebiliyordu. Beyaz tosun bulutların altında, yer yer yeşillikleri olan sakin bir yere benziyordu. Doğduğu, büyüdüğü, sevdiği, çoğaldığı kıyısı değildi ama onu gördüğüne şu an çok mutluydu. Yosun olmanın ne demek olduğunu hatırlatacaktı burası ona. Bir kaya onu kolları açık karşılayacak, hiç soru bile sormadan göğsünde dinlendirecek, sonra sere serpe omzuna bırakacağı saçlarını tatlı tatlı tarayacaktı. Birden gözenekleri açıldı kocaman, gözleri yeşerdi, teni nemlendi, ve etrafa buram buram oksijen saçtığını hissetti... Yosun yeniden fotosentez yapmaya başlamıştı.














Yuvarlak düzgün hatlı bir kayayı hemen ayırdı diğerlerinden. Ucu fırfırlı eteğini bir balo salonunda kavalyesine doğru ilerleyen dansçı kız gibi hafifçe ve kibarca kaldırarak kayanın önüne kadar geldi. Soluğunu tutmuş, kalbini yutmuş bekliyordu. Kayanın da bu açık denizden gelen sürpriz yosunu merak ettiğini, onunla tanışmak için sabırsızlandığını ve birazdan ona sevgi ve şefkat sözcükleri söylemek için ağzını açacağını düşündü.

Kaya ağzını açtı. O yuvarlak, düzgün, sevecen ifadesi kırıştı. Biraz sıkıntı, biraz endişe, biraz boşluk dolu gözleri ve buz gibi kuzey denizi mimiğiyle 'sen şimdi sarılmak istersin...' diye homurdandı yosuna. 'Sen şimdi sarılmak istersin...'

Yosun sarardı, yeşili söndü. Teni neminden oldu. Sözcükler kulağından girip, kalbini dumana kattı. Öyle ters bir rüzgar yedi ki kayanın cephesinden, ruhu bin okyanus mili açığa kaçtı. Batmak, olduğu yerde çapalanarak karanlık diplere çekilmek istedi; orada belki utancını, düş kırıklığını, aşağılanmasını gömecek bir yer bulurdu. Yapamadı. Gücü çekilen bacaklarını zar zor ayakta tutmaya ve tüm bu olup biteni gözlerinde ifşa etmemeye çalışarak : 'Sadece tanışmak istemiştim..' diyebildi, ve kendini buzuldan kopan bir parça gibi denize düşürdü.

Birkaç kere güneş birkaç kere de yıldızlar geldi gitti, o hala yüzüyordu. Yönsüz, yurtsuz, renksiz, hissiz yüzüyordu. Çok gözyaşı bırakmıştı okyanusa, ama bir fark yaratmamıştı; okyanus alışıktı çünki, görmüş geçirmişti.

'Sen sarılmak istersin şimdi...' diye yankılandı kulağı yıllarca. Yosun bu yankının açtığı yarayla menziline girdiği hiçbir kıyıya yanaşmadı. Kıyısına bağırmayı denedi, yine denedi, daha yüksek sesle; cevap gelmedi. Sığamadı, kaçamadı, batamadı da... Ve sevgisini boşalttıktan sonra suya, sırt üstü uzandı dalganın gelişine- gözlerini güneşe doğru kapattı ve son fotosentezini verdi.

Deniz, kaya, ve çoğaldığı kıyıların gölgesi de ayrı ayrı yüzdü, gitti...

28 Nisan 2010 Çarşamba

'İstemek' ve komplikasyonları

'Bir şeyi ne kadar çok istiyorsan o kadar çok düşün; onu kafanda resmet, resmi kağıda çiz, çizimi panona as ve her dakka ona bak'. Bu 'secret' fenomeni itibariyle ve 'acaba?'ların kortejinde hayata giren hastalıklı hipotez hiç çalışmadığı gibi, 'düşünüyorum ve istiyorum, niye olmuyor?' tarzı histerik hıçkırıklarla nefes borusunu tıkayarak adamı uykusundan da ediyor. Uyuyamayan adam panosuna astığı resmin müzik formatını da kulağına tıkarak ay gözlerini kaçırana kadar onu dikizliyor.

Oysa 'Bir şeyi ne kadar çağırırsan o kadar uzaklaşır senden. Hiç istemiyor gibi takılmak lazım' hipotezi de var ki buna anahtarını teslim eden adam pasiflora fondiplemiş gibi pasif pasif uyumayı başarabiliyor. Saplantılı bir şımarık çocuk yok burada her istediğinin olmasını isteyen, olmayınca aya kadar yaygara koparan. Evrenin adamı ehlileştirme çabaları var. Yani evren darbeci bir Evren değil aslında; sana 'takmış' filan da değil. Bir şeyi çok fazla istemenin küpe zarar keskin sirke olabileceğini idrak ettirmek amaçlı bir sistem kurgulamış hepsi bu. Adam hırslı arzularını kamçılayıp 'hiç istemiyormuş', 'o kadar da önemli değilmiş' gibi takılabiliyorsa SBS'den iyi puan alıyor ve istediği yere yerleşebiliyor.

Lakin burada beni rahatsız eden nokta adamın sürekli bir -mış gibi yapma döngüsüne girmesi, ve bu döngüde birkaç kere hamster gibi döndükten sonra neyi gerçekten isteyip neyi istemiyormuş gibi yaptığını karıştırması. Birinci hipotezin 'dilek kipi kullanma', 'yok olan şeylere var de' gibi kuralları adamın linguistik merkezini arapsaçına çeviriken, ikinci hipotezin bu alzheimer hamster durumu daha da kaotik travmalara yol açabilir.

Yazdıkça mı komplikasyon oldu, yoksa bir şey istemek gerçekten bu kadar komplike mi?

26 Nisan 2010 Pazartesi

Palyaço

Bir palyaçoyu seyrettim. Düşünce derinlerine dalmama fırsat verecek kadar sıkıcıydı. Derinlerde kendime diyordum ki, bu işin bir diploması olmalı, ya da bir üstadı, öğreten- beyaz kuşakla başlatan, sarı yapan, sonra turuncuyu veren. Herkes giymemeli o renkli kostümü, her burun takmamalı o kırmızı topu; çünki 'her işin bir aslı vardır', en azından vardı eskiden.

Palyaço zeki olmalı, yaratıcı olmalı; gözü keskin, anteni açık, kararı kıvrak, hareketleri zarif ve kendine has, mimikleri çeşit çeşit olmalı. Seyircisini (çocuğu) iyi tanımalı, ne istediğini, neye güldüğünü, ne zaman sıkıldığını bilmeli. Sahneyi verimli kullanmalı, her yeri görmeli, ilgiyi tazeleyebilmeli. Gerçek hayatta da nüktedan olmalı, sahnede konuşsa da konuşmasa da bu nükte onun her halinden dalga dalga taşmalı. Yalnız tiyatrocu değil, sanatçı da olmalı; kalemi, kulağı, ritmi kuvvetli olmalı ki güzel yüz boyayabilsin, dans edip dans ettirebilsin.

Tüm bu gönlümden kopan özelliklere sahip biri olsaydı Türkiye'de palyaçoluk mu yapmak isterdi acep. Hayal balonumun içine Robin Williams girdi palyaço kılığında, ben de küçülüp kendi cebimden çıktım, onun boynuna atladım, yanaklarından öptüm öptüm, elinden tutup zıp zıp dans ettim, öyle mutlu geçti ki 23 Nisan'ım... Yuvamdaki şenlikten evime dönerken ve gece yorganımın içine girerken hep onun tatlı yüzünü gördüm, içime birsürü baloncuk birsürü çiçek sığmıştı sanki, öylesine sevgi dolmuş ve taşmıştım...

Robin Williams ile hayal balonum içinde aşk yaşarken, bizim palyaço da Sünger Bob maketinin suratına sopayla vurmalarını söylüyordu çocuklara... Öyle hızlı vurmalıydılar ki Sünger Bob patlamalı ve içindeki şekerler dökülmeliydi... Yanımdaki sınıf öğretmeni arkadaşımla göz göze geldik ve kalp kalbe burulduk... Bu palyaço kılıklı oğlan, içinden süpriz dökülecek olan başka bir maket düşünememiş miydi? Koca bir ceviz filan olamaz mıydı mesela? Sünger Bob gibi tatlı bir karakterin yüzüne sopa sallamak onu hiç rahatsız etmiyor muydu? Sağduyusu olmalı palyaçonun, evet, belki mizahtan da önemli.

Palyaço, ince uzun balonları şişirip çocuklara kılıç yapacağını söylediğinde ise, öğretmen arkadaşım dayanamadı ve 'pardon kılıç değil de başka birşey olmaz mı ismi onun, sosis vs?' dedi. Ben artık kameramı kapadım, çantamı toparladım, eve dönüş moduna ve balonuna bindim.

Yurtdışında hiç palyaço seyretmedim, bilgim ve görgüm sırf film kadrajlarından, ama işin özünü kapmış ülkelerde çocuklara çocuk gibi davranılmadığına, çocukla ilgili her meselenin ciddiye alındığına şüphe yok. Çocuklarına dünyada eşi olmayan bir bayram hediye edilmiş ve her fırsatta onların ne kadar önemli oldukları büyük Atatürk'ü tarafından söylenmiş bir ülkenin ise, çocuk edebiyatı bile edebiyatın bir kolu olarak görülmüyor neredeyse... Çocukları aptal yerine koyan bir yaklaşım palyaçoluktan, çocuk edebiyatından başlayıp içinde çocuk olan her mecrada zevzekçe sırıtıyor.

Dağınık lafın kısası, palyaçoluktan para kazanmak isteyen arkadaşlara, naylon bonus saçlar ve sentetik kumaşlar içinde fenalık geçirmeyecekleri başka işler bulabileceklerini hatırlatıyorum. İlla bu işi yapacaklarsa da biraz daha merakla ve gönülden yaklaşarak konu üstüne kafa patlatmalarını, okumalarını, seyretmelerini, iyi hazırlanmalarını diliyorum. Yaparken eğlenmediği şeylerin izlerken eğlenceli olmayacağını da en basit baş parmak kuralı olarak parantezlemek istiyorum.

22 Nisan 2010 Perşembe

Olur öyle şeyler

Otuzundan sonra 'olur öyle şeyler' deme sıklığının artması birden çok vahim bir haber gibi aklıma düştü. 'Olur öyle şeyler' öyle bir şeydir ki hiçbir şey seni şaşırtmıyor demektir. Ne fazla üzülüyor, ne fazla seviniyor, her şeyi çan eğrisine sokuyorsun demektir. Belki de bu, yaşlandıkça biyolojik olarak gittikçe zayıf düşen insanın, ruh ve beden arasındaki bağı gerim gerim germemek için edindiği bir savunma kalkanıdır. Bu uzun ömürlülük bakımından iyi bir haber midir, yoksa kanıksamış, nasırlaşmış, çocuksuluğunu yitirmiş biri zaten ölmüş mü demektir? Gecenin armağanı, uykuma kılçık bir adet soru.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Inside

Inside the doors are sealed to love
Inside my heart is sleeping
Inside the fingers of my glove
Inside the bones of my right hand
Inside it's colder than the stars
Inside the dogs are weeping
Inside the circus of the wind
Inside the clocks are filled with sand
Inside she'll never hurt me
Inside the winter's creeping
Inside the compass of the night
Inside the folding of the land

Outside the stars are turning
Outside the world's still burning

Inside my head's a box of stars I never dared to open
Inside the wounded hide their scars, inside this lonesome sparrow's fall
Inside the songs of our defeat, they sing of treaties broken
Inside this army's in retreat, we hide beneath the thunder's call

Outside the rain keeps falling
Outside the drums are calling
Outside the flood won't wait
Outside they're hammering down the gate

Love is the child of an endless war
Love is an open wound still raw
Love is a shameless banner unfurled
Love's an explosion,
Love is the fire of the world
Love is a violent star
A tide of destruction
Love is an angry scar
A violation, a mutilation, capitulation, love is annihilation.

Inside the failures of the light, the night is wrapped around me
Inside my eyes deny their sight, you'd never find me in this place
Inside we're hidden from the moonlight, we shift between the shadows
Inside the compass of the night, inside the memory of your face

Outside the walls are shaking
Inside the dogs are waking
Outside the hurricane won't wait
Inside they're howling down the gate

Love is the child of an endless war
Love is an open wound still raw
Love is a shameless banner unfurled
Love's an explosion,
Love is the fire at the end of the world
Love is a violent star
A tide of destruction
Love is an angry scar
The pain of instruction
Love is a violation, a mutilation, capitulation,
Love is annihilation.

I climb this tower inside my head
A spiral stair above my bed
I dream the stairs don't ask me why,
I throw myself into the sky

Love me like a baby, love me like an only child
Love me like an ocean; love me like a mother mild
Love me like a father, love me like a prodigal son
Love me like a sister, love me like the world has just begun
Love me like a prodigy, love me like an idiot boy,
Love me like an innocent, love me like your favorite toy
Love me like a virgin, love me like a courtesan,
Love me like a sinner, love me like a dying man.

Annihilate me, infiltrate me, incinerate me, accelerate me, mutilate me, inundate me, violate me, implicate me, vindicate me, devastate me

Love me like a parasite, love me like a dying sun
Love me like a criminal, love me like a man on the run

Radiate me, subjugate me, incubate me, recreate me, demarcate me, educate me, punctuate me, evaluate me, conjugate me, impregnate me, designate me, humiliate me, segregate me, opiate me, calibrate me, replicate me

16 Nisan 2010 Cuma

İster huzurlu, ister huzursuz

Mevsimler değişmiyor, geçiyor. İşten eve, evden işe yürüdüğün sokakta aynı ruhsuzluğun güya çaktırmayan yakın takibi... Sokak başındaki enginarcı minare istikametinde kabuk soyuyor hababam. Çocukların neşesi yapışsa da üste başa pamuk şeker gibi, yıkanınca çıkıyor. Yalnızlığın süper besili bir köstebek gibi sürekli derine inmesi-sığınak için bulunmaz nimet olsa da- sabah ezanında uyandırıyor, sabit.

Kulağın biri kapıda; inceden bir ayak sesi geliyor- hayal heralde . Ama şarkısı var; gözyaşları gerçek.

'Çal, çalsana kapımı,
İster huzurlu, ister huzursuz...'

4 Nisan 2010 Pazar

Drive
























Sometimes, I feel the fear of uncertainty stinging clear
And I can't help but ask myself how much I let the fear
Take the wheel and steer
It's driven me before
And it seems to have a vague, haunting mass appeal
But lately I'm beginning to find that I
Should be the one behind the wheel

Whatever tomorrow brings, I'll be there
With open arms and open eyes

Whatever tomorrow brings,
I'll be there... I'll be there
























So if I decide to waiver my chance to be one of the hive
Will I choose water over wine and hold my own and drive?
It's driven me before
And it seems to be the way that everyone else gets around
But lately I'm beginning to find that
When I drive myself my light is found

Whatever tomorrow brings, I'll be there
With open arms and open eyes yeah

Whatever tomorrow brings,
I'll be there
I'll be there

21 Mart 2010 Pazar

Olasılıklar, tesadüfler, aşk ve ölüm üzerine

3 olasılık vardı. Pencereden atlayacak, kapıdan çıkacak ya da bu iki olasılıkta kendini sıkışmış hissetmemeye çalışarak karışık kafasını yastığa gömecek ve baharın ilk uzun gününe uyanacaktı. Üzerinde durmadığı bu üçüncü olasılığı seçseydi her şey daha mı iyi olacaktı? Bunu bilmek için bir simülasyon yapmak lazım; ne National Geographic'in gücü yeter buna ne de bir dehanın. Güzel kız iki olasılıktan birine ivedilikle yöneldi, ama değişkenlerin biri yüzünden hiç olasılık vermediği bir şey oldu.

Değişken havaydı. Bugün hava 18 derece ve güneş ayçiçeği gibi tepede. Geçen yıl bugün havanın yağmurlu olması talihsiz bir tesadüf müydü? Pencere pervazı kaygan olmamış olsaydı büyük olasılıkla olmuş olan şey olmayacak olabilir miydi?

Yağmurun yakasını bırakıp geriye saralım, sarılalım... O gece dışarıya çıkmak isteme noktasında aklın ABS'sini kilitleyen şeyin internet aleminden gelen bir sinyal olmuş olma olasılığı neydi? Msn'den çıkan kötü bir söz, eposta'dan teslim tatsız bir haber, facebook'tan hortlayan lüzumsuz bir fotoğraf vardı ise, ve bunları elimine edebilseydik, yağmur güzel kokusu ve sesiyle onu çabucak uyutan bir ninni gibi çalışabilir miydi? Tüm bu elektronik dalgalar arasında facebook onu yutan, gözünü döndürüp karartan, ve bilgi hırsızı, arsızı yapan en acımasız tsunami miydi? Facebook olmasaydı, ya da internet bağlanmasaydı ya da hiç bilgisayar alınmasaydı, aklını başından alan aşkıyla hiç tanışmama, onun için karalar bağlamama, ve daha 'sabırlı' bir ruh haline sahip olma olasılığı artacak mıydı genç kızın?

Aşkı hiç tatmamış, karşılıksız, biten ya da kangrene dönmüş bir sevginin varlığından tamamen bihaber bir genç kız olarak büyüyebilmesi için her türlü koşulu sağlamış olabilseydik acaba bombanın doğru kablosunu kesmiş sayılır mıydık? Anne, baba, arkadaşlar, evi, sokağı ve okulu arasında bir yerde bir mini mayın mıhlanmış olabilir miydi? Mayın tesadüfen girdiği bir siteden bulaşan virüs gibi akut ve somut bir halde miydi yoksa seçme hakkı olmayan koşullar içerisinde kronikleşmiş ve içselleşip saklanmış mıydı?

Güzel kız hayatı içerisindeki neleri seçemezdi? Ona zarar verme olasılığı olan ilişkilerin hangileri kesilebilir, hangileri onarılabilirdi? Ve tabi tüm bu seçim ve pansumanların, onu o gece, yastığa gömülüp uyumaya ikna etmeye yaramış olması ne kadar ufak ya da büyük bir olasılıktı?

Ya ben? Benim varlığımın onun avcu içerisindeki yeri ne olmuştu? Onunkinin benim çizgilerim arasında ne işi vardı? Hayatının kapı komşusu olmayı öbür avcumdaki başka nedenlerle bıraktığım anda beni terk etmesi bir tesadüf müydü yoksa eposta, msn ve facebooktan ona yeterince öpücük, sarılma, çiçek, kalp göndermiş olsaydım beni terketme olasılığı azalır mıydı?

Tesadüf, olasılık, cüz'i ve külli irade arasındaki ilişkiler ağı beni karadul gibi kundaklıyor. Güzel kız ise bulutların kundağında, her şeyi çözmüş bir bilgenin keyfi ve huzuruyla, mırıl mırıl sallanıyor. Ona imrenmemek elde değil...

26 Ocak 2010 Salı

Pan paniscus şizofrenisi

Homo saphiens, 'akıllı' ya da 'düşünebilen' olmaktan son derece uzak; doğru ne varsa eğen, düzgün ne varsa bozan; büyüklüğüyle övündüğü beyninin yüzde yüzünü kendi icat ettiği 'para' denen bir illüzyon için/sayesinde çalıştıran; ve tek gerçekten başarabildiği şey iki ayak üzerinde dik yürümek olan; tüysüz*, en tehlikeli primattır. Bu türle yakın ilişkide olanların 'sevgi' denen bir diğer illüzyonu gerçek sanmaması için sistematik ve bilinçli çalışmalar yapması gerekir, aksi halde yaşanan şok kalıcı bir 'pan paniscus şizofrenisi'ne sebebiyet verebilir. Pan paniscus, DNA yapısının %98'i homo saphiens'le aynı olan, tüylü, dik yürüyemeyen ama tehlikesiz bir primattır; halk arasında şempanze diye de bilinir. Şizofreninin belirtileri homo saphiens'liğini şiddetle inkar etme, kendinin pan paniscus, saphiens'lerin de düşmanı olduğu halüsinasyonlar görme şeklindedir. İleri vakalarda kimlik kargaşası o kadar yoğundur ki vücutta tüylenme görülür.

* Tüylerin dökülmesi paranın icadına tekabül eder. Tüyleri daha güzel olan lepus europeus'lar öldürülüp kürk olarak satılmaya başlandıktan sonra homo-sapiens'in kullanılmayan tüyleri evrim geçirerek yok oldu.

18 Ocak 2010 Pazartesi

İlan-ı ayrılık

Seni terkediyorum güzel yüzlü. Seni seçtiğimin, seni düşündüğümün, kendime senin filminde başrol verdiğimin ve o rolde zil zurna olup hayatıma figuran tadında döndüğümün farkında olmadığın için tabi bu terketme anlamsal olarak boş. Bilmediğin birlikteliğimizden kendimi ayırmış olmanın ilanını yapmak da abesle iştigal. Ama bu boşluk ve abeslik bende bir gerçeklik duygusu uyandırıyor; sözlerime şahitlik ederek ayrılığı tescilliyor.

Artık özgürüm... Güzel yüzünden, fikrinden, beni sevme ihtimalinden özgür...