Gece yarısı facebook taraması sırasında arkadaşım bile olmayan birinin sayfasında bir pastacı reklamı görmemle, gördüğüm pastalara aşermem bir oldu. Sabah çocukları giydirirken bile aklımda o pastalar vardı; mutlaka yenilesi şeyler, hem de bugün.. 'Okuldan sonra gidelim mutlaka!' dediğimde Can'a, onların 'Gizli Ajanlar Klübü'nden biri gibi hissettim; sandığım kadar yaşlı ve sıkıcı biri değildim henüz..
Okuldan çocukları aldığımda ikinci soru 'Pastacıya gidiyor muyuz?', birinci soru 'Sucuklu tost alabilir miyim?' in ardınan teselli ikramiyesi beklentisiyle geldi; sucuklu tost pastadan daha zararlı bir şey, güya, öyle olduğuna inandırdım; aşeren her kadın yalana dolanabilir. Eve kadar yürüdük, pastayı konuşarak, onu mu yesek bunu mu diye sırt çantalarının ağırlığını bile unutarak.. Arabayı aldık, gps'i kurduk, 18 dakika yolumuz olduğunu gizli ajan Can beyan etti; yolculuk başladı.
Pastacının önünde yer olmadığından epey alakasız bir sokağa parkedip yürüdük, ve sonunda heyecanla kapısından içeri daldık. Can önüne ilk çıkan önlüklü bayana 'Annem sizin pastanızı gece rüyasında gördü!' diye bağırdı. Ben de gülerek bu intro'yu biraz allaya pullaya açtım.. Ama ne görelim.. Pastacının suratında ne bir gülücük ne espri anlayışına dair bir altyazı.. Gayet vergi dairesinde mesai bitimine geri sayan memur stayla: 'Biz atölyeyiz, siparişle çalışıyoruz' .Hmm.. Adile Naşit olacaktı şimdi böyle o önlük içinde, kuzu gibi bi kahkaha patlatacaktı.. Can'ın başını saçını karıştırıp yanağını mıncırarak ona bir kurabiye ikram edecekti.. Bırak kurabiyeyi anacım, bu aşçı bayan bizi eli boş gönderdiği gibi, siparişin en erken 3 günde yapıldığını, pastayı eve gönderemiyeceklerini, pazar ve pazartesileri çalışmadıklarını, elinde broşür-örnek olmadığını, istiyorsam kendim araştırıp istediğim modeli bimnemkim hanıma email atmam gerektiğini söyledi.. Bi kamera olsa da bizim yüzümüzün sıcakta uzayan jelibonlar gibi nasıl düştüğünü çekiverseydi.
Hayatın sıradan heyecan-hüsran parkurlarından birini geçtik. Pasta aşerme hallerini bitişikteki mantıcıdan aldığımız bezelerle hallettik, eve döndük. Yazının sonu ancak benim kuzulara bir temennim ile anlam bulur, başka bir yere gitmez; Tutkunu, heyecanını, çocukluğunu kaybetme bu hayatta be Ayşe'm, Can'ım... Büyükler bazen, çoğu zaman, fena sıkıcılar..
19 Ekim 2017 Perşembe
7 Ağustos 2017 Pazartesi
Kafa Samanyolu
Kafa Samanyolu. Içindeyken her şey kocaman ve çok mühim; dışındayken, çer çöp, toz, tütün... Gönül kafesi derin nefes alınca genleşmiyor be abisi. Ayrıca domatesler ve mısırlar perişan, öldürdüğüm çekirgenin acısı var sanki fesleğende de, yiyemiyorum. Kilo verdim o yüzden-ah buna sevinsem alınır mısın--
Bıraksan yazarlığa geri dönerim temelli; butün gün samanyolunda uçar dururum çer çöp toz tütün misali..Zaten müzikten de bi cacık olmaz, bahçıvanlığım da anca üç tık alır, gökten düşen elmanın üçüncüsü bile ısırılmış çıkar şansıma. -ben de ordan oraya hopluyorum bak- beraber hoplayalim mı seninle- Ama bırakmazlar, sahibim var; çocuklarım..
Ne diyecektim bilmiyorum. Iki ciğerimden biri katran kara, seni kararttığım için; öbür kelebek pırpırlısını sana vermek istiyorum. Lütfen al; bende kalan neşeli, çapraşık yanın da bende kalsın; böylece Ölüm gibi bişey olsun, ama ama ama, kimse ölmesin.
Dolunağla
"Muhteşem bir dolunay var... Gümüşlük altın gibi parlıyor.. Cırcır böceklerini, araya şehrin uğultusu karışmadan dinlediğim son gece..'Dönüşümüz muhteşem olacak' diye bir his var içimde; ve ona tutunduğum içindir ki ağlamaklı değilim." 2013
Muhteşemi bırak, dönme ihtimali bile kalmadı. Içindeki hislere söyle, içinde kalsın çok bilmişler; ve doya doya ağla ayrılıklarda. Sonra da herkesin baka baka cekirdek citlattigi o beyaz yuvarlak exit'ten fırla çık.. çıkabilirsen kerevetine
Muhteşemi bırak, dönme ihtimali bile kalmadı. Içindeki hislere söyle, içinde kalsın çok bilmişler; ve doya doya ağla ayrılıklarda. Sonra da herkesin baka baka cekirdek citlattigi o beyaz yuvarlak exit'ten fırla çık.. çıkabilirsen kerevetine
22 Mayıs 2016 Pazar
'Benim' Olmasına Gerek Var mı?
İlk çevrecilerden Thoreau, bir çiftliğe gerçek anlamda sahip olarak, dertsiz başına dert açmak istemezdi. Yaşadığı yerin etrafındaki tüm çiftliklerin fiyatlarını bilir, sahiplerini tanırdı. Onları dikkatlice inceler, müştemilatlarını gezer, elmalarından tadar ve hayalinde onları teker teker satın alırdı; hatta hayale öyle kaptırırdı ki kendini, gelen pek çok teklifi de geri çevirirdi. Thoreau zihninde satın aldığı çiftliği meraya, koruluğa, meyve bahçesine böler, kapı önüne hangi ağaçları dikeceğini tasarlardı. Tüm bunları bir ikindi vaktine sığdırdıktan sonra da araziyi kendi haline bırakır, 'Ne de olsa insan, vazgeçebileceği şeylerin sayısı oranında zengindir' diyerek ormandaki kulübesine dönerdi. Yıllar boyu bir arazi alma hayaliyle Milli Piyango oynadıktan sonra, sanırım artık ben de Thoreau'nun kafasına yaklaşıyorum; toprağın 'birine' ait olabileceği düşüncesinden zaten yıllardır uzaklaşıyordum...
Bana ait olmayan bir toprak için ilk para harcayışım Bodrum'un Gümüşlük ilçesindeki mandalina bahçeli bir evi kiraladığım zamandı. Yazı ikizlerimle beraber geçireceğim evin ön ve arka bahçesi, beni bir masala giriş cümlesi kadar heyecanlandırmıştı. 'Bir varmış bir yokmuş, yasemin kokusunun mandalina çiçeğinden geçerek insanlara mutluluk büyüsü yaptığı bir bahçede iki çocuk koşarmış...' Daha eve varmadan, bahçenin kıyısını köşesini planlamış, Can ve Ayşe'nin yaşayacağı deneyimler atlasının ucunu bucağını açmıştım. Masala kokusunu veren yasemini, duvar dibini şenlendirecek ortancaları, dalından koparılma hazzını yaşatacak domates, biber, salatalık fidelerini, ve onları koruyup kollarken de koku cümbüşüyle çocukları çekecek olan kadife çiçeklerini, fesleğenleri, sarımsakları ilk haftada alıp dikiverdim. Sadece diktiklerim için değil, toprağın ve ağaçların bakımı için de hevesle ve sevgiyle vakit harcıyordum. Bu uğraşlarım, bir arkadaşımın sonunda dikkatini çekti ve bana o soruyu sordu: 'Gideceksin, bunlar kalacak burada, neden uğraşıyorsun, niye para harcıyorsun?' Açıkçası bunu hiç düşünmemiştim ama sanki çok düşünmüşüm kadar kısa ve net bir cevap geldi dilimin ucuna: 'Ama burada dört ay yaşayacağız!'
O zaman hiç düşünmeden yaptığım şeyler şimdilerde kafamı kurcalar oldu. Toprağın sahibi kimdir ya da bir sahibi olmalı mıdır? 'Senin' olmayan bir toprak için emek ve para harcamak akıllılık mıdır aptallık mı? Paran olmadan bir toprak parçasına (gömülmeye anca yetecek olanı dahil) ulaşamayacağın bu çağda asla 'kendi domatesin' olmayacak mıdır? 'Kendi domatesin' tam olarak ne demektir? Bir şeyin senin olması için illa para mı vermen gerekmektedir? Peki bir şeyin 'senin' olmasını istemenin asıl sebebi nedir? Ben bu soruların tümüne cevap olacak tek bir cümle bulup çıkardım hafızamdan; çok değerli bir arkadaşım, Anday demişti bana bir gün, ulaşılamayacak kadar uzağa itelediğim hayallerimden bahsederken: 'Sistemin tıkanıklığını sistemin anahtarıyla açamazsın.' Bir çocuğa yaşının üstünde bir açıklama yaptığında onun gözlerinden bir boşluk geçer ya, Anday bunu söylediğinde benim gözlerimde de tam bu olmuştu. Ama sanırım büyüdüm, en azından rotadayım, o kafaya doğru yolculuktayım; O kafa da şu: 'Paraya gerek yok ki, her şey zaten benim!'
Tarif etmesi biraz zor bir aydınlanma bu; ışığı zaman zaman çok parlak oluyor, bazen de kesik kesik geliyor. Ama şöyle anlatmaya çalışabilirim; Gümüşlük'teki eve diktiğim yaseminin sonsuza kadar benim olması gerekmiyordu, o benim ve çocuklarım için misyonunu, akşam yemeklerinin keyfini kokusuyla unutulmaz kıldığı ve aklımı başımdan alıp bana şiirler yazdırdığı ölçüde tamamlamıştı. İki buçuk yaşındaki ikizlerimin dalından koparıp ısırdığı domatesler, bu sonsuza kadar unutulmayacak deneyim için ve süresince 'bizim' oldular; ötesi ve berisi önemini yitirdi. Toprağa bir çok iyilik yaptım; yoldan geçen tavukları besleyip oraya gübre bırakmalarını sağlayarak; kökleriyle suyu tutan bir bitki örtüsü yaratarak; arıyı, kelebeği, yararlı böcekleri çekecek ufak da olsa bir ekosistem yaratarak... Ve tüm bunları yaparken toprakla bire bir, özel bir ilişkiye girdim; onu katman katman kazdım, elledim, hissettim, tanıdım; şimdilerde aşkla devam ettiğim permakültür yolculuğumu başlatan o ilk dansı o toprak parçasıyla yaptım. Beni, asla unutamayacağım ve her biri birbirinden değerli insanlarla tanıştıran Gümüşlük'teki o küçük bahçe, 'benim' değildi, ama bu olaylar ve sevgiler zincirini başlattığı için o kadar da 'benim'di ki aslında!
Bir arazi alacak paraya belki de hiç ulaşamayacağım için kendime bir Polyanna felsefesi edindiğimi düşünebilirsiniz, ama kocaman kocaman bir çiftliğin sahibi olup da 'benim' demeyen insanlar tanıdığınızda, bunun gayet mümkün ve harika bir gönül yolculuğu olabileceğini anlıyorsunuz. O insanlardan biri olan, Bilecik'teki Zeytinliboğaz Çiftliği'nin sahibi Selçuk bana şöyle demişti: 'Bu çiftlik senin çiftliğin, istediğin zaman gelip üstüne kerpiç evini kondurabilirsin. Köy çocukları için ne sevindirici bir şey olur hem, neler öğrenir onlar senden...' Onlar benden ne öğrenir bilmiyorum ama ben Selçuk'tan 'yaşama sanatı'na dair çok şey öğrendim; hala da öğreniyorum... Selçuk gibi, arazi sahibi pek çok güzel arkadaşım var hayatımda ve onların 'benim' demediği zenginlikleri kendilerine, çevrelerindekilere ve de tüm evrene öyle güzel bir şekilde dönüyor ki, bu ancak bunun bir parçası olunarak yaşanır, anlatılmaz.
Erdem'e giderim bir gün, Güler'e, Gülçin'e, Cem'e, Pınar'a, Erkan'a, Mustafa'ya; Afet, Vicdan ve Nardane Abla'ya... Yardım ederim bir hasata, dikerim balkonumda büyüttüğüm bir fidanı oralara... Benim mi o topraklar? Toprak nasıl birinin olabilir ki? 'Toprak mülkiyet konusu olamaz, tıpkı su gibi, hava gibi, güneş ışınları gibi alım ve satım konusu yapılamaz. Herkes toprak üzerinde ve toprağın insanlara sağladığı şeyler üzerinde eşit haklara sahiptir' (Tolstoy/Diriliş) 'Hadi oradan!' demeyin, parayı, pulu, tapuyu bir an için unutun, bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol olduğunu hatırlayın.
Gümüşlük'te bıraktığım yasemin, İlker'e aldığım zeytin fidesi, Selçuk'a gönderdiğim aloe vera, Mavi Gezegen'e, Momo'ya diktiklerim, bana hediye verilen fidanlar, tohumlar, en az tohum kadar değerli bilgiler; hepsi harika bir bütünün ve devinimin parçası... Bunu görebildiğim için şanslı hissediyorum kendimi.
Öyle çiçeği burnunda bir uyanış ki bu benim için, 'benim' demeden 'benim' olabilecek başka şeyler de olduğunu söyleyecek kadar cüretkar hissediyorum! Aşk, örneğin. Bir erkeği (ya da kadını) 'senin' olmadan da sevemez misin? Seni tatmin edecek olan 'senin olma' hali tam olarak ne zaman gerçekleşir, soyadlarının birleşmesiyle mi, vücutların birleşmesiyle mi, başka şekillerde mi? 'Evet!' demek seni güçlü mü hissettiriyor? Oysa onu düşünerek yaşadığın heyecan, sana verdiği yaşama sevinci, üretme arzusu, güzelleşme, iyileşme, feragat halleri onun zaten 'senin' olduğunu göstermiyor mu? 'Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına/Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı' demişti Ataol Behramoğlu... Bizi 'benim olsun' beklentisi ve saplantısından yumuşakça çekebilecek dizeler bunlar, kulak verebilirsek...
'Toprak hiç kimsenin değil, Tanrı'nındır' (Diriliş/Tolstoy); aşklarımız, eşlerimiz, çocuklarımız da... Onlara duyduğumuz sevgi sayesinde hayatın büyük dolaşımına büyük, pozitif bir girdi yapıyoruz hiç farketmeden, ve hayat da bizim damarlarımıza o temizlikte ve güzellikte bir kan pompalıyor...
'Benim!' olmasına gerçekten gerek var mı?
Bana ait olmayan bir toprak için ilk para harcayışım Bodrum'un Gümüşlük ilçesindeki mandalina bahçeli bir evi kiraladığım zamandı. Yazı ikizlerimle beraber geçireceğim evin ön ve arka bahçesi, beni bir masala giriş cümlesi kadar heyecanlandırmıştı. 'Bir varmış bir yokmuş, yasemin kokusunun mandalina çiçeğinden geçerek insanlara mutluluk büyüsü yaptığı bir bahçede iki çocuk koşarmış...' Daha eve varmadan, bahçenin kıyısını köşesini planlamış, Can ve Ayşe'nin yaşayacağı deneyimler atlasının ucunu bucağını açmıştım. Masala kokusunu veren yasemini, duvar dibini şenlendirecek ortancaları, dalından koparılma hazzını yaşatacak domates, biber, salatalık fidelerini, ve onları koruyup kollarken de koku cümbüşüyle çocukları çekecek olan kadife çiçeklerini, fesleğenleri, sarımsakları ilk haftada alıp dikiverdim. Sadece diktiklerim için değil, toprağın ve ağaçların bakımı için de hevesle ve sevgiyle vakit harcıyordum. Bu uğraşlarım, bir arkadaşımın sonunda dikkatini çekti ve bana o soruyu sordu: 'Gideceksin, bunlar kalacak burada, neden uğraşıyorsun, niye para harcıyorsun?' Açıkçası bunu hiç düşünmemiştim ama sanki çok düşünmüşüm kadar kısa ve net bir cevap geldi dilimin ucuna: 'Ama burada dört ay yaşayacağız!'
O zaman hiç düşünmeden yaptığım şeyler şimdilerde kafamı kurcalar oldu. Toprağın sahibi kimdir ya da bir sahibi olmalı mıdır? 'Senin' olmayan bir toprak için emek ve para harcamak akıllılık mıdır aptallık mı? Paran olmadan bir toprak parçasına (gömülmeye anca yetecek olanı dahil) ulaşamayacağın bu çağda asla 'kendi domatesin' olmayacak mıdır? 'Kendi domatesin' tam olarak ne demektir? Bir şeyin senin olması için illa para mı vermen gerekmektedir? Peki bir şeyin 'senin' olmasını istemenin asıl sebebi nedir? Ben bu soruların tümüne cevap olacak tek bir cümle bulup çıkardım hafızamdan; çok değerli bir arkadaşım, Anday demişti bana bir gün, ulaşılamayacak kadar uzağa itelediğim hayallerimden bahsederken: 'Sistemin tıkanıklığını sistemin anahtarıyla açamazsın.' Bir çocuğa yaşının üstünde bir açıklama yaptığında onun gözlerinden bir boşluk geçer ya, Anday bunu söylediğinde benim gözlerimde de tam bu olmuştu. Ama sanırım büyüdüm, en azından rotadayım, o kafaya doğru yolculuktayım; O kafa da şu: 'Paraya gerek yok ki, her şey zaten benim!'
Tarif etmesi biraz zor bir aydınlanma bu; ışığı zaman zaman çok parlak oluyor, bazen de kesik kesik geliyor. Ama şöyle anlatmaya çalışabilirim; Gümüşlük'teki eve diktiğim yaseminin sonsuza kadar benim olması gerekmiyordu, o benim ve çocuklarım için misyonunu, akşam yemeklerinin keyfini kokusuyla unutulmaz kıldığı ve aklımı başımdan alıp bana şiirler yazdırdığı ölçüde tamamlamıştı. İki buçuk yaşındaki ikizlerimin dalından koparıp ısırdığı domatesler, bu sonsuza kadar unutulmayacak deneyim için ve süresince 'bizim' oldular; ötesi ve berisi önemini yitirdi. Toprağa bir çok iyilik yaptım; yoldan geçen tavukları besleyip oraya gübre bırakmalarını sağlayarak; kökleriyle suyu tutan bir bitki örtüsü yaratarak; arıyı, kelebeği, yararlı böcekleri çekecek ufak da olsa bir ekosistem yaratarak... Ve tüm bunları yaparken toprakla bire bir, özel bir ilişkiye girdim; onu katman katman kazdım, elledim, hissettim, tanıdım; şimdilerde aşkla devam ettiğim permakültür yolculuğumu başlatan o ilk dansı o toprak parçasıyla yaptım. Beni, asla unutamayacağım ve her biri birbirinden değerli insanlarla tanıştıran Gümüşlük'teki o küçük bahçe, 'benim' değildi, ama bu olaylar ve sevgiler zincirini başlattığı için o kadar da 'benim'di ki aslında!
Bir arazi alacak paraya belki de hiç ulaşamayacağım için kendime bir Polyanna felsefesi edindiğimi düşünebilirsiniz, ama kocaman kocaman bir çiftliğin sahibi olup da 'benim' demeyen insanlar tanıdığınızda, bunun gayet mümkün ve harika bir gönül yolculuğu olabileceğini anlıyorsunuz. O insanlardan biri olan, Bilecik'teki Zeytinliboğaz Çiftliği'nin sahibi Selçuk bana şöyle demişti: 'Bu çiftlik senin çiftliğin, istediğin zaman gelip üstüne kerpiç evini kondurabilirsin. Köy çocukları için ne sevindirici bir şey olur hem, neler öğrenir onlar senden...' Onlar benden ne öğrenir bilmiyorum ama ben Selçuk'tan 'yaşama sanatı'na dair çok şey öğrendim; hala da öğreniyorum... Selçuk gibi, arazi sahibi pek çok güzel arkadaşım var hayatımda ve onların 'benim' demediği zenginlikleri kendilerine, çevrelerindekilere ve de tüm evrene öyle güzel bir şekilde dönüyor ki, bu ancak bunun bir parçası olunarak yaşanır, anlatılmaz.
Erdem'e giderim bir gün, Güler'e, Gülçin'e, Cem'e, Pınar'a, Erkan'a, Mustafa'ya; Afet, Vicdan ve Nardane Abla'ya... Yardım ederim bir hasata, dikerim balkonumda büyüttüğüm bir fidanı oralara... Benim mi o topraklar? Toprak nasıl birinin olabilir ki? 'Toprak mülkiyet konusu olamaz, tıpkı su gibi, hava gibi, güneş ışınları gibi alım ve satım konusu yapılamaz. Herkes toprak üzerinde ve toprağın insanlara sağladığı şeyler üzerinde eşit haklara sahiptir' (Tolstoy/Diriliş) 'Hadi oradan!' demeyin, parayı, pulu, tapuyu bir an için unutun, bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol olduğunu hatırlayın.
Gümüşlük'te bıraktığım yasemin, İlker'e aldığım zeytin fidesi, Selçuk'a gönderdiğim aloe vera, Mavi Gezegen'e, Momo'ya diktiklerim, bana hediye verilen fidanlar, tohumlar, en az tohum kadar değerli bilgiler; hepsi harika bir bütünün ve devinimin parçası... Bunu görebildiğim için şanslı hissediyorum kendimi.
'Toprak hiç kimsenin değil, Tanrı'nındır' (Diriliş/Tolstoy); aşklarımız, eşlerimiz, çocuklarımız da... Onlara duyduğumuz sevgi sayesinde hayatın büyük dolaşımına büyük, pozitif bir girdi yapıyoruz hiç farketmeden, ve hayat da bizim damarlarımıza o temizlikte ve güzellikte bir kan pompalıyor...
'Benim!' olmasına gerçekten gerek var mı?
Etiketler:
Anday Ataman,
Selçuk Şahin,
Thoreau,
Tolstoy Diriliş,
toprak,
Zeytinliboğaz Çiftliği
5 Kasım 2013 Salı
Gümüşlük'te İki Gün
Bulutların üstü o kadar düz ki, Grönland'ın buzdan sonsuzluğunu geçiyor gibiyim.Yaşamak istediğim yerden yaşadığım yere 'düşüşü' ancak böyle ulu bir boşluk yumuşatabilirdi zaten.
İçecek servisindeki hostesin yüzüme baka baka beni pas geçmesi de gösteriyor ki aslında bu uçakta ben yokum, sadece bavulum var; bense yeşille mavinin ortasında, begonvilli kapıların arkasında kalmışım...
Bir yerde yaşamak istemek 'hayal' mi? Gözümde büyüttüğüm, denemeye korktuğum, ödümü patlatan o şey neyse, benim 'hayal' ürünüm olmasın? Beton ve plastiğin, tüm sıkışıklığı ve boğulmuşluğu ile gri bir enerjinin içinde debeleniyorsam, kontrolsüz gücümden korkuyor, asabi hallerden çıkamıyorsam, ve de çocuklarım bu enerjiyi paratonel gibi çekerek büyüyorsa, başka bir yerde yaşamak ancak 'hedef' olabilir, 'hayal' değil.
İçecek servisindeki hostesin yüzüme baka baka beni pas geçmesi de gösteriyor ki aslında bu uçakta ben yokum, sadece bavulum var; bense yeşille mavinin ortasında, begonvilli kapıların arkasında kalmışım...
Bir yerde yaşamak istemek 'hayal' mi? Gözümde büyüttüğüm, denemeye korktuğum, ödümü patlatan o şey neyse, benim 'hayal' ürünüm olmasın? Beton ve plastiğin, tüm sıkışıklığı ve boğulmuşluğu ile gri bir enerjinin içinde debeleniyorsam, kontrolsüz gücümden korkuyor, asabi hallerden çıkamıyorsam, ve de çocuklarım bu enerjiyi paratonel gibi çekerek büyüyorsa, başka bir yerde yaşamak ancak 'hedef' olabilir, 'hayal' değil.
10 Kasım 2012 Cumartesi
Küçücük Ama Muhteşem Bir Kadın
Yirmi
dakikalık bir yürüyüşten sonra çalıştığı şirketin bulunduğu sokağa varmış,
köşeyi dönüyordu. Dev bir fıstık çamının
himayesi altındaki bu köşeden kaç sonbahar sabahı dönmüş olduğunu düşünüp melankoliye
dalmak üzereydi ki, bir kadın, ve yanaklarını avuçları içine almış ona bir
şeyler fısıldayan bir adamın aşk kokulu kadrajı içinde buldu kendini. Havadaki
büyüyü bozmadan kadrajdan çıkmak için hemen başını eğdi ve yanlarından uzaklaştı.
Ne var ki kulakları istemeden adamın söylediği bir cümleyi kapıvermişti: ‘Sen küçücük ama muhteşem bir kadınsın!’.
İşine
varmasına birkaç apartman kalmıştı. Hafif gülümsedi; yüz hatları yumuşacık oluverdi.
Adamın ses tonu ve cümleyi tonlayışı çok hoşuna gitmişti; öyle ki sadece
dağınık topuzunu ayrımsadığı kadına dönüp bir daha bakma isteği duydu. Usta bir
dedektif hamlesiyle başını çevirip süzdü onu. Hiç de muhteşem görünmüyordu. Bir
vücut mu bekliyordu deniz kızı gibi; ya da bir eda, bir bakış, bir gülüş ki o
muhteşemliği tescillesin... Eskimiş bol bir kot ve uzun örgü hırka içinde,
öylesine bir kadın değildi görmek istediği; o kesin.
Binanın
giriş merdivenlerini çıkıp şirketin ziline bastı. ‘Küçücük ve muhteşem kadın’ ne
yapıyordu acaba? Onun gibi haftanın 6, bazen de 7 günü mesai saatleri yetmediği
için eve iş getiriyor, gecenin limitlerine kadar laptop’un ekranına gözlerini
kurban ediyor muydu? Basit bir fikrin kreatif ekibe sunumu için bile aşırı özen
gösterip kendine ait vakitleri çalıyor muydu? Daracık zamanlara inanılmaz
projeler sığdırıyor muydu? Joker gibi herkesin her eksiğini tamamlıyor,
tıkanmış hayal güçlerini sihirli dokunuşlarla açıyor muydu? Kendini aptal gibi
hissettiren bir bulut çöreklendi kafasının üstüne. İşini çok sevmesine rağmen, işi
onu sevmiyordu sanki; beşik kertmesiyle bağlanmışlar gibi yıllarca başka bir tarafa da bakmamıştı. Canı iyice sıkıldı, yüzü düştü. Kalabalık bir
şirketin orta yerinde, birilerine bir şey ifade ettiğini, değerli ve vazgeçilmez
olduğunu hissetmeye ihtiyacı olan kırgın bir ruhtu. Kazandığı parayla ayın
ucuna zor varıyordu ama sorun bu değildi. ‘Küçücük
ama muhteşem bir kadınsın!’ diye bir şey duymak için maaş bile almadan
çalışabilirdi.
Zile bir
daha basmadı. Giriş merdivenlerini inerek geldiği sokağa geri döndü ve evine
doğru yürümeye başladı. 'Küçücük ama
muhteşem kadın'ın nasıl biri olduğunu merak ediyor, adımları büyüyordu. Ne
güzel tutmuştu adam onun yüzünü iki eliyle, bir sanat eserini tutar gibi.
Sevgisinin şiddeti tutuşunun nazikliğinden belli oluyordu. Çam ağacının
himayesinden çıkarken onları tekrar orada bulmayı ve bu anı yeniden izlemeyi istiyordu. Ama çamın ilk katında bir kozalağı
didikleyen çatal sesli kargadan başka bir şey yoktu sahnede.
Evine girdi,
çantasını yere bıraktı. Derisi gibi sıyrılıp koridora yığılan ceketini
asmayı bile istemeyecek kadar meşguldü zihni. Neden Efe’nin bütün o anlaşılmaz,
mesafeli, ruh anarşisti hallerine katlanıyordu ki? Efe’ye aşık mıydı gerçekten?
Sohbetlerin, beraber geçen saatlerin, hatta sevişmelerin bile kimyası Efe’nin moduna
göre değişkendi. O, bazen vücudundaki bir hücre kadar kendine yakın, bazen de
kendi hücresinde yaşayan bir mahkum kadar uzak hissettirirdi kendini Elif’e. Onun
binbir kaygı, ego, ve prensipten ötürü asla telaffuz edemeyeceği ‘Muhteşem kadın’ı olmak, ancak duşta yarattığı
kurgularda mümkündü. Koridorun sonuna kadar kıyafetlerini söktü aldı, duşa
girdi.
Su ılık ılık
aktı, sardı, sevdi bedenini; yüzünü öptü, saçlarını okşadı. ‘Küçücük
ve muhteşem bir kadın’ gibi davrandı ona. Kalbinin her boşluğunu doldurdu,
zihninin her lafını kesti. Psikoloğundan daha iyi geldi
düğümlerine. Çözüldükçe ağladı, ağladıkça çözüldü. Darmadağın bir ailenin tek kızı olarak nasıl hayatta
kaldığını, dolap kapağına çizdiği yıldızları düşündü. Yalnız doğmuştu,
rehbersiz büyümüştü, ama haritasındaki pek çok yıldıza ulaşma gücünü kendinde
bulmuştu. ‘Muhteşem kadın’ın ta kendisi olduğu hissine kapıldı birden. Suyu
kapadı. Bu hisse sıcak bir havlu gibi sarıldı ve öylece kaldı birkaç dakika.
Banyodan çıkıp odasına doğru giderken, yüzündeki pırıltıyla muhteşem gözüküyor
ve öyle hissediyordu.
Bornozunu çıkarmadan yatağının içine girip sırtını başucuna dayadı. Odanın içinde, mor tafta
perdelerin eseri huzurlu bir loşluk vardı. Sabah yatağında bıraktığı defterini
kucağına çekti, kalemin durduğu sayfayı açıp kafasından geçen sözcükleri
anlamlı ve nazik bir sıraya koymaya çalıştı. Fikirler, figürler, desenler,
mısralarla dolu sayfaların sonunda ‘İstifa Dilekçesi’ farklı bir titreşimde
durdu. Küçücük ve muhteşem bir titreşimdi bu. Küçük elinin içindeki kalem
yıllardır hissetmediği bir özgüvenle kağıt üstünde dans ediyordu. Küçük ama
emin adımlarla, kimseden onay ya da alkış beklemeden, kendi için ve keyifle
dans ediyordu.
Kalemin
dansı bitince defteri kapadı. Sigaranın birini söndürüp birini yakan tiryakiler
gibi, telefona uzandı hemen. Numarayı çevirdi. ‘Konuşmamız lazım’ diyen
heyecansız ve tereddütsüz ses kendine aitti; duymak hoşuna gitti. Bornozunun
yumuşak kuşağıyla bir kedinin kuyruğu gibi oynadı bir kaç dakika; sonra gözü
sabah işe giderken giymekten vazgeçip ters yüz ettiği elbisesine takıldı. Vücut
hatlarına aksan verdiği için bir türlü giyemediği, ama gardrobunda durmasından
haz duyduğu elbiseyi eline aldı. Bu arada Efe’nin soruları, kesik kesik
cümleleri kulağına ulaşmaya çalışıyor ama bir anlam kazanamadan geri düşüyordu.
Elif birkaç dakika daha buna müsade etti, sonra vakti gelince yere düşen sarı
bir yaprak gibi konuşmayı bitirdi.
Elbiseyi giydi.
Saçlarını farklı tarafa toplayıp teninin en sevdiği kokuyu sıktı. Defterini
açıp, unutmaktan korkar gibi hızlıca ‘Küçücük ama Muhteşem bir Kadın’ yazdı. Yerden ceketini kaldırıp üstüne geçirdi; sanki deri değiştirmişti, sanki
yeni bir hayatla buluşmaya çıkıyordu; heyecanı acelesine karıştı, kalbinin
basları coştu. Çocukluğundan beri yazmak istediği romana başlamıştı. Sokağının
başında yeni açılan Cafe’ye yürürken, en sevdiği mor köşesinde kimse olmadığını
ümid etti.
Resimler: Klimt, Özlem Ölçer
21 Ekim 2012 Pazar
Bağışıklık Sistemine 'Soğuk' Bir Yaklaşım -1-
Sonbaharın
son pastırma güneşi de bulutların sofrasında eriyip gitti. İçimde bir sevinç
lodosu, dışarı fırlattı beni; rüzgara açmalıyım yakamı, yağmura eğmeliyim
yüzümü, çimlerin omuzunda taşınan kıtır yaprakları, göğün kasvet çalışmalarını,
betondan ahşaba taşınan hayvanları; hepsinin önizlemesini
yapmalıyım kış gelmeden. Artık iki küçük can yoldaşım var; heyecan duyduğum
şeyleri onlarla paylaşmak yeni yaşama sevinçlerimden; sanki sanal olarak
ömrüm uzuyor tepkilerini izlerken. İşte rüzgar evin içinde kapılar
çarpmaya başladığında ikizlerime ön sıradan dalgaları izletmek için kalbim
çarptı. Can uyumuyordu, ilk onu kaptım kaçtım sahile.
Kaynaklar:
Tam istediğim, hayal ettiğim şeyler
oluyordu; Can'ın tenten perçemi rüzgarın son baharıyla havalanıyor, deniz
kokusu emrivakiyle burnuna doluyor, tüm duyuları 'yeni bir şeyler' diye
adlandırdığı ipuçlarını topluyordu.. Derken bir amca uzaktan hararetle kendi
başını tutarak: 'Üşür, üşür, şapka tak!' diye bağırdı. Gülümsedim. Derken bir
teyze oturduğu banktan: 'Önünü ört, hasta olacak!' dedi. 'Olmaz!' dedim. Sonra
bir başkasıyla 'Denizden doğru esiyor baya', ‘Bir şey olmaz eşofmanı var’ diye
chat’leştik. Sonbaharı karşılama yürüyüşümüz boyunca çiseleyen bu müdaheleler
yine beni gazoz gibi çalkaladı.
Neden hep çalkalandığımı
anlamıyorum; sonuçta bu toplumda arkadaşının annesi, bindiğin taksinin şoförü, girdiğin
dükkandaki tezgahtar bile senin hayatına çat diye sarı kart gösterme hakkına
sahiptir, buna alışığızdır. Ama ‘anne’ olunca tahammül çıtan rekor alçaklığa
iniyormuş. Ben ikizlerimin dayanıklı olmasını istiyorum, biraz rüzgar yiyip
soğuk su içtiklerinde, içlerine fanila giymediklerinde benim gibi hastalıkla
boğuşmalarını istemiyorum. O yüzden doğduklarından beri-ki Aralık doğumlular- hafif
giydiriyorum, fazla örtmüyorum, gereksiz çoraptan kaçınıyorum, soğuk denize
ayaklarını sokuyorum, ve buna sistematik bir özen gösterdiğim için de
‘üşüyecek!’ ‘hasta olacak!’ ‘nazar değecek!’ gibi her köşeden fırlayan
kehanetler beni bezdiriyor. Üstelik defans oyuncusu olmaktan da çıktım,
‘Bağışıklık Sistemi’nin bir misyoneri gibi, sıcak havada sarıp sarmalanmış bebekleri
gördüğümde annelerine dil döküyorum. Ben de bezdiriyorum!
Sistem
herkesin dilinde aslında; onu ayakta tutmak için gerekli gıdalar, vitaminler bir
google’lamayla çıkıyor. Ama benim merak konum, sistemin kuzey yıldızlarından
Rusya, Hollanda ve İskandinavya’nın çocuklarına uyguladıkları ‘üşümez’lik
politikası. Bu merağı fişekleyen üç şey oldu hayatımda; kar tutunca çocuklar
gibi sevinip, bahçeye inen ve çıplak ayak yürüyen Ukraynalı bir adamla
evlenmem; Şubat akşamında banyo yaptıktan sonra yatıp, sabah okula nemli saçla
giden ve zatüre olmayan (!) Hollandalı kuzenlerimi görmem; ve ‘uyku odası’nda
değil de okulun bahçesinde uyuyan İsveç’li anaokulu öğrencilerini duymam.
‘Bağışıklık
sistemini güçlendirmek için’ karda çıplak ayak yürüyen Yuri’yle evlendiğim sene
onun bu sevdasını bir kaçıklık, çocuksuluk, hastalığı davet eden bir
gereksizlik olarak görürdüm. O ayakkabılarını çıkarıp bahçeye indiği zaman
‘soran olursa, seni tanımıyorum!’ derdim. Ankara’nın 80’lerindeki karlı
bahçemize daima iki yün çorap üstüne kar çizmesi, kar tulumu, eldiven ve
başlıklarla bir astronot gibi sağlam ayak basmış bir çocuk olarak, ayağımın
çıplağını kara temas ettirmem mümkün değildi! Ama bir iki yıl sonra Yuri’ye bu
‘geyikte’ eşlik etmeye karar verdim. Hep sandığım şok edici soğuk hissinden
ziyade ‘sıcak’ bile denebilecek bir yanmaydı duyduğum. Zaten topu topu bir kaç dakika yürünüyordu ve
üşümeye fırsat vermeden çoraplar çekiliyordu. Yuri derdi ki ‘Amaç üşümek değil,
kan dolaşımını hızlandırmak’.
Yuri
kan dolaşımını, sıcak banyodan çıkmadan önce tam dümen soğuğu açarak da
hızlandırmayı seviyordu. Duştan gelen şok seslerini duyunca ‘Bir insan vücuduna
niye bu işkenceyi yapar, hele şu soğukta’
diyerek meraksız yaşlı bir kedi gibi kıvrılıp geçerdim banyonun önünden.
Yıllar içinde ‘soğuk’ merakım daha
da arttı. Hollanda ve Almanya’da pek çok yerli arkadaşımın evinde kaldım. Bütün
evler soğuktu. Öyle ki dışarıdan içeri girdiğimde pek bir hava değişikliği
olmuyor, bende palto çıkartma hissi uyandırmıyordu. Genelde işe giderken
kaloriferleri kapıyor, gelince açıyor, gece yatarken yine kapıyorlardı.. Bunların
hepsi çoluk çocuklu evlerdi ve çocuklar dahil kimse benim gibi pantolonun içine
kilotlu çorap giymiyordu. Çocuklar yağmurdu çamurdu, dondu buzdu demeden hep
bahçede ve açık sahalarda top oynuyor, geziye de gidiyor, bisiklete de biniyordu.
Evlerinde kaldığım Holanda’lılar bize Ocak ayında kalmaya gelince fenalık
geçirdi diyebilirim; pencere kapı açık
yattılar, yine de rahat uyuyamadılar. Çocuklarını da muz gibi soydukça
soydular.
Bir
yuva açma projesi için kuzey ülkelerini daha kapsamlı araştırmaya başladığımda
öğrendiğim şeyler o kadar ilginç ve yeni gelmişti ki, o zamanlar öğretmen
olarak epey etkilenmiştim. Şimdi bir anne olarak bu etki devam ediyor; soğuğa
gayet sıcak bakıyorum artık!
‘‘Soğuk’,
kuzey ülkelerinin göbek adı, çocuklar mecburen soğukta büyüyecek’ diye düşünebilirsiniz.
Aslında öyle değil; bağışıklık sistemini güçlendirdiğine inandıkları için, pek
çok uygulamayı özellikle yapıyorlar. Örneğin İsveç’te çoğu anaokulunda yataklar
verandada ve çocuklar uyku saatlerinde sıkıca giyinip dışarıda uyuyorlar. Hava
nasıl olursa olsun, her gün mutlaka göl kıyısına, ormanlık bir alana, parka
gidiyorlar. Öğretmenler: ‘Dışarı çıkmaları
çok önemli,’ diyor, ‘hava almaları,
koşmaları, zıplamaları lazım’. Yağmurun en cılızında bile bizim yuva
çocuklarının kapalı oyun odalarında kaldığı aklıma geldikçe çok üzülüyorum.
İzlanda’da
yıllardır süregelen bir gelenek, bebekleri pusetleriyle evin önünde ya da
bahçesinde uyutmak. İzlanda’lı anneler açık havada ve soğukta bebeklerin daha iyi
uyuyacaklarını ve sağlıklı olacaklarını düşünüyorlar. Tabi fiyatları 1000
doların üstünde olan dev pusetler içinde koza gibi sarılmış bebekler soğuktan
gayet iyi korunuyor. Evin bahçesini bırakın, cafe’lerin, dükkanların önlerinde
bile park etmiş pusetler görüyorsunuz. Bizim insanımıza ‘yok artık daha neler’
dedirtecek bu şok edici tablo Danimarka’da da var. Başkent Kopenhag’ın
kaldırımlarında hiç kilitlenmemiş, içinde uyuyan bebekler olan düzinelerce
puset görmek mümkün. Bü ülkelerde hiç çocuk kaçırma olayı görülmemesi de
parantez içinde akıl almaz bir şey.
Norveç’te açık hava anaokulları var. Günün
çoğunu nehir kenarında, ağaçlarda, kayalıklarda, bozkırda geçirdikleri bu anaokulunda
çocuklar çok mutlu. Saat başı aktiviteden
aktiviteye koşturulan şehir sisteminin aksine burada hayatı doğal bir akışla
öğreniyorlar. ‘Kötü hava yoktur, kötü
giyinmek vardır’, soğuk kuzey rüzgarlarının ülkesi Norveç’in bir deyimi. Öğretmenler
de buna gönülden inanıyor ve: ‘Bizler çocuklar
için rol modeliz; onların havaya ve hayata olan tutumlarını şekillendiririz.’
diyorlar. Veliler çocuklarının sanılanın aksine daha az hasta olduklarını, açık
havada güçlendiklerini söylüyorlar; bir iç mekanda tıkış tıkış durmadıkları
için enfeksiyon riskinin az olmasından da mutlular.
2006'da bir Unicef raporu, endüstri ülkeleri içinde en sağlıklı çocukları olan üç ülkeyi Hollanda, İsveç ve Danimarka olarak sıralamış. Türkiye'yi ise, 'Çocuğum üşüyecek' diye aklı çıkan annelere sahip, ama yine de en çok hasta olan çocukların ülkesi olarak ele almış olmalılar.
Bağışıklık sisteminin 'soğuk'la olan ilişkisi hakkındaki inanç ve bulgularımın, serideki ilk sonuna geldim. Sonraki bölümlerde Rusya'nın çılgın uygulamalarına, soğuğun neden sistemi güçlendirdiğinin geyikten öte nedenlerine, çocuk doktorlarıyla olan sıcak sohbetlere yer vereceğim.
Outdoor
preschool in Norway http://www.youtube.com/watch?v=Fp4Nny_rIiw&feature=related
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)