28 Haziran 2009 Pazar

Personel yemeği

Mutlu insanın enerjisi yüksektir. İnsanı sever, aşkı sever, kavgayı abes bulur, işini içten yapar, keyifle sevişir, gülmeye meyillidir, alttan alır, küçük sorunları büyütmez, büyük sorunlar karşısında hükmen malup hissetmez, hastalığa harcanan vakti ikiye böler, hasat vaktini ikiyle çarpar, duyarlılığı ve çevre bilinci artar, ben-sen-o ayrımı azalır, seveni çok olur, girdiği ortamda gökkuşağı gözlemlenir, cebinde akrep yaşamaz, yardımcıdır, tembelse çalışma alerjisinden kurtulur, çalışkansa küçük zamanlara büyük işler doldurur, yazarsa kalemi durmaz, şarkıcıysa sesi yorulmaz... Mutluluğun faydaları saymakla bitmez.

İlkokuldayken haftanın 5 günü, 12 ile 1 arasında hep mutsuzdum. Yemek yemek gibi çok sevdiğim bir aktiviteye giden yol, okulun alt katında, pis kokulu, hatta sadece 'kokulu' değil harbiden pis, bilmem neden-pisliği temizlemek yerine örtmek daha kolaydır hep ondan mı-talaşla örtülmüş merdivenleri olan, ve güzel bir yemek yeme hayalini kusmaya direndiğim kabuslara dönüştüren devasa bir yemekhaneye açılırdı. 5 yıl boyunca devam eden bu sistematik işkence eğer akşamları eve geldiğimde annemin misler kokan mutfağında ve yemekleri sayesinde unutuluyor olmasaydı ben şu anda yemeğin her türünden, hatta yemek kelimesinden bile nefret eder olmuştum.

Personele verilen değeri alüminyumdan yansıyan ışıkla algıladığım, yağlı etlerin içinden ayıkladığım sebzeyle yediğim, ve pis bulaşıkhaneye tepsiyle geri teslim ettiğim ilk yerdi burası. Burada sadece öğrenciler ve öğretmenler yerdi, müdürlerden birini aramızda gördüğümü hiç hatırlamıyorum, ama yine de yemek fişini evde unuttuğum-ki bu benim en doğal hakkım, çocuğum- ve yemek verilmediğim zamanlarda kantine gittiğimden, müdürlerin yemekhaneye uğramadığına dair yüzde yüz emin değilim; belki de arada bir 'içindeymişik, yeşilmişik, halkmışık' diye diye talaş, yağ ve bulaşık kokusunda yemeye katlanıyor olabilirlerdi.

Üniversiteyi kazandığım sene, çalışmaya başladım. Annemlere yaz tatili boyunca bir otelin 'aktivite masası'nda çalışmamın benim için iyi bir aktivite olacağını söylemiş, hafif çaplı direnişleri de 'otelin yakınlığı, tanıdıklığı ve kalitesi', temalı kampanyamla bastırmıştım. Farklı şeyler öğrenme isteği ve para kazanma hevesiyle cumhuriyet bayramı coşkusu içinde başladığım çalışma hayatım 1 ay zar zor sürdü. İlk canımı sıkan şey öğlenleri beni ilkokul yemekhanesine ışınlayan benzer koku olmuştu. Bunu evden sandviç getirip çam ağacı altında yiyerek halletmiştim ki bu sefer de rengi, biçimi bana hiç yakışmayan bir uniformayı giymenin alerjisiyle boğuşmaya başladım. Birkaç başka rahatsızlık da üst üste gelince immün sistemim çöktü ve baba evine geri döndüm!

Yaz tatilinin geri kalanını ekmek elden su gölden, para kazanmak için sevmediğim yemekler yemek, sevmediğim şeyler giymek zorunda olmamanın mutluluğuyla evimin bahçesinde geçirdim! Ama algılarım açılmıştı; balkondan karşı otelin mutfak kısmının açık arka kapısını görüyor ve 40 derece sıcakta kalın üniformalar ve sabo denen ayak haşlayıcı plastik terlikler giyen ahçılar için üzülüyordum. Eve giden yol üzerindeki otellerin personel yatakhanelerini görüyor, şoktan şoka giriyordum. Bir insan penceresiz, klimasız küçücük odalarda 5 kişi yatırılarak asker koğuşundaki konforun benzerine layık görülürse, o insanın sabah mutlu uyanma, çalışma hevesiyle işe gitme, bırak müşteriyi insanı sevme olasılığı ne olur diye düşünüyordum. Oteline müşteri, para, kalite getirecek en önemli şeyin mimari fiyakadan çok, iyi ve mutlu bir personel olduğu gerçeğini neden bu işletmeler göremiyordu? Bir müşteriyi mutlu etmenin ancak değer verilen, iyi yiyen, iyi giyinen, iyi hisseden, rahat uyuyan ve mutlu kalkan bir personelle mümkün olabileceği çok açık değil miydi?

Her geçen sene, her iş tecrübesiyle beraber hayal kırıklığım arttı. Farklı müzik gruplarıyla beraber vokalist olarak turnelere katıldım. Bu gruplarla (ablam Ece Berker'inki hariç) gittiğim her ilde, işletmenin büyüklüğü-zenginliği fark yaratmaksızın personele verilen yemek ve yemekhanenin aynı vasatlıkta olduğunu görüp, sahneye buruk (ve aç!) çıktım. (Ablamın personel menüsünden a la carte menüye terfi etmesinin sebebi 20 yıldır aynı piyasa içinde komik paralara iyi müzik yapmaya çalışmasına gösterilen 'para yok ama en azından iyi ye' tarzında bir vicdan borcu mu, yoksa burcunun aslan olması mı, emin değilim!)

Hiç unutmayacağım bir 'personel' yemeğini, 'personal shock' içerisinde İstanbul'daki Mariott Otel'de ye(me)dim. Kırmızı-siyah süsleme malzemelerine binlerce liranın akıtıldığı bariz olduğu bir sevgililer günü ekstrasında, en güzel, en kırmızı elbisemle en güzel valslerde dansediyor, önümden geçen havyarlı, somonlu, karidesli, kalamarlı tabaklara en kırmızı rujumu sürdüğüm dudaklarımla öpücük gönderiyor, program sonrası yemeyi hayal ettiğim (ki bunların kalamar ve karides olmayacağını bilecek kadar saflıktan uzaktım artık) şeylere karşı sevgilime hissettiğimden daha kırmızı hissediyordum!

Programdan sonra yemeğimizin soyunma odasına geleceği söylendiğinde iştahımın kırmızısı solmuştu zaten, ama gelen -çok pişmiş değil resmen yanmış, bir A4 kağıdından biraz kalın tavuk parçasını ve yanına- konmuş değil, atılmış-hani kötü köşe dönercilerinde dürümün içine lütfedilen o eciş bücüş-patatesleri gördüğümde iyice allandım (utanç kızgınlık anlam verememe aşağılanma isyan tabağı fırlatıp atma karışımı bir ton). 'Biraz domates alabilir miyim?'
'Kusura bakmayın, müzisyen menüsü bu kadar'.
'Ketçap var mı müzisyen menüsünde peki!!?'

Masaya konan küçük ketçap şişelerinin emniyet etiketlerinin yırtık, yani müşteri masalarından geri gelen artık ketçaplar olduğunu söylemeye ne yanağımın tonu, ne sesimin ne de üslubumun tonu elveriyor.

Bursa'da çok şık bir gece klübü ekstrası evvelisi, tavuk yemek istedim. 'Hayır, personel menüsünde köfte var' dendi. 'Ya nolcak köfte yerine tavuk yesem?'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var'. 'Ya kardeşim tavuk köfteden daha ucuz, amaç ucuza doyurmaksa!'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var'. 'Sizin isminiz ne?'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var' 'Bugün hava da ne güzel değil mi?'. 'Hayır, personel menüsünde köfte var'.... 'Hay personelinize de köftenize de... Tavuk gelmezse çıkmıyorum ulan sahneye!!! Dağıtırım burayı! Gagalarım hepinizi yolarım ibiğinizi, tavuk gelmezse keserim ulan kendimi sonra da tüm bu grubu teker teker....!!!!! ' diye çıldırmak isteyiş, dün gibi taze bir his.

Müzisyen personel midir? Haftanın beş günü aynı yerde düzenli müzik yapıyor ve sabit maaş alıyorsa evet; özel günler için ekstraya ya da konser vermeye geliyorsa hayır. Ama amacım bunu tartışmak değil. Ben 'personel olmak kötü bir şey midir?' i soran bir emekçiyim bu yazıda. Verdiği emeğin karşılığını para bir yana güler yüz, iyi yemek, saygı, sevgi ve minnettarlık olarak alamayan her emekçinin, kendim de dahil, bunu sineye çekmemesini ve kalıplaşmış anlayışları küçük bir ton farkıyla bile olsa değiştirmeye yönelik bir şeyler yapmasını diliyorum.

7 Haziran 2009 Pazar

Sanal dünyadan öbür dünyaya

'Pink' çağından başlayıp aradaki lodoslu 'blue' çağına ve sonra da akıllı, güzel, hedefleri olan genç bir bayana dönüştüğü 'red' çağına kadar karşı kapısında oturduğum, ve bu çağlar boyu açtığı tüm pencerelerden içeri göz atabildiğim, günlerimin dev zaman dilimlerini beraber geçirdiğim Ecem'im 3 ay önce yok oldu ve hala yok. Alışılası bir şey değil. Keşke iki kere yok olunabilse (mesela birincisi reklamlar olsa) ve de iki yokluk arası bir kere daha varlığın tadı çıkartılabilse--gibi çeşit çeşit garip düşüncelerle, az uyuyarak ve hiçbir şey yapmayarak geçirdim son 3 ayı. Sadece bir klip sözü vermiştim Ecem'e, ve dün bitirince onu, sanki birazcık göğüs kafesim gevşeyebildi.

Benim her uçan böceğe çektiğim ufaklı irili saçma sapan videoları Ecem çok beğenirdi ve bir gün, içinde kendisinin olacağı bir müzik klibi çekmemiz fikrini ortaya attı. Bu klip tercihen yeni çıkacak ve klibi olmayan bir parçaya yapılacaktı böylece youtube'a onu attığımızda gelen yüzbinlerce tık sayesinde Ecem model ben de yönetmen olarak meşhur olacaktık--fikri üzerine fazla sayıda geyik yapmış ve çok gülmüştük... Parça seçmeye gelince fazla düşünmedik; Ecem'le beraber konserlerine gittiğimiz ve çok sevdiğimiz Redd'in yakında albümü çıkacaktı ve onun içinden bir parça seçip başlayacaktık.

Zaman aktıkça aktı, sanki ivme kazandı ve ışık hızına ulaştı... Redd'in albümü çıkmak bilmedi ve Ecem bana diyordu ki 'Doğan'dan rica etsene, bir şarkıyı yollasın bize, sen ancak çekersin nasıl olsa'... Redd'in solisti Doğan arkadaşım olmasına rağmen albüm çıkmadan önce ondan bir şarkısını göndermesini istemek, sırf bizim eğlencemiz için, çok saçma ve yakışıksız gelmişti tabi ki ve Ecem'i 'Biraz daha bekleyelim, az kaldı yahu' diyerek geçiştirdim.

Yok olduğu gecenin kara delikli anından birkaç saat önce, Ecem'le MSN'de aynı şeyi konuşuyorduk. Ona, yazın çekeceğimizi söylüyordum, o da 'Yazın olmaz bütün gün stajda olacağım' diyordu.

Ecem yok oldu.

Beynimdeki birkaç kıvrım kangren oldu, ciğerimde bir çift badem göz kadar delik açıldı.

Ve Redd’in albümü çıktı.

Ecem'in varlığıyla yokluğu arasında şoklanmış biri olarak ona söz verdiğim klibi, söz ve müziği beni ilk saniyede darmadağın eden ‘Her Neyse’ye çekmekten başka bir düşüncem olamadı... Belki sözümü yine de tutmuş sayılmam çünki onu özne yapamadım klipte; dakika başı of'latan özlem, aramızdan-kaçar gibi-ayrılışına ve onu tutamayışıma duyduğum hiddet o kadar berbat bir sancı yarattı ki Ecem'i anlatmaktan çok bu sancıyla boğuştuğumu farkettim. Sancıyı aylardır başımın üstünde boş boş gezinen düşünce balonuna tıkıp patlattım; evet heralde yaptığım sadece bu oldu.

Her Neyse... 'Eco, Berke penasını imzalayıp gönderdiği kızı tanımış oldu... Güneş gülüşünün çok güzel olduğunu söyledi... Doğan klibin daha iyi olması için destek oldu, ve de babası babanın çocukluk arkadaşı çıktı... İşte varlığın ve yokluğun arasında çok şey ya da hiçbir şey ifade etmeyen birkaç şey.’

Kalın
Vokal: Doğan Duru
Albüm: 21 (Redd)

Klipte yer alanlar : Ecem Koçer, ben, Doğan Duru, İlke Hatipoğlu, Berke Hatipoğlu, Yuri Ryadchenko, Zehra Ayçiçek (dans), Gizem Civelek (taklit), Fatoş Koçer (lunapark)
Kamera: Yuri, ben, Hüseyin Bulut
Kurgu: Ben

Fikir ve yardımları için en kocaman teşekkür kocam Yuri'ye, sonra yeğenim Togi'ye (Çokdeğer), ve de Doğan & Güneş Duru'ya...

JVC ProHD kamerasını bize defalarca veren 'Sonbahar' filmi kameraman asistanı Burak'a ve bu kamerayla sahil ve konser sahnelerini çeken sevgili Hüseyin ve Cem'e de sonsuz teşekkürler...