4 Haziran 2010 Cuma

Sen şimdi sarılmak istersin

Uyandığında dalgaların omuzunda açık denizlere doğru sürüklenmekteydi. Telaşla arkasına baktı ve ufukta denizin doğum lekesiymiş gibi gözüken kıyısını ayırdetti; doğduğu, büyüdüğü, sevdiği ve çoğaldığı kıyısını. Kalbinin kıyısında bir sızı hissetti... Ne zaman kopmuştu kıyısından? Ne zaman kocaman sarılmayı bırakmıştı ona da çekmişti, sökmüştü onu koca okyanus... Bunu bilemedi, bilmek istemedi; ya da korktu biraz okyanus boyu yanlızlıktan.

Dalgaların dansı bir festival kalabalığı gibi onu uzaklara sürüklüyordu. Karşı yüzdü buna, kendince uzun bir süre. Gözleri, aklı ve yönü kıyısına çevrilmiş, dalgaların ritmine teslim olmamak için müthiş bir direniş gösterdi. Direndikçe yoruldu, yoruldukça duruldu, ve durdu en nihayetinde. Renginin solduğunu farketti. Panik içinde kendini kokladı, yokladı; artık oksijen veremediğini boğuk ve ağlak bir çığlıkla denize, göğe ve artık bir hayalet gölgesi gibi gözüken kıyısına bağırdı. Onun fotosentezini kaybettiğini duyan deniz buna hiç aldırmadı; alışıktı, görmüş geçirmişti. Gök gürüldedi biraz, bekleyen zor günlerin hava raporunu verir gibi. Kıyısı ise çok üzüldü; hem ona, hem onsuz ve oksijensiz yaşamın olasılıksız fikrine.

Yosun, saatleri itekleyen dakikalar, günleri tetikleyen saatler ve aylara varan haftalar boyunca denizin en açık yerlerinde, güneşin tam olarak altında savrulup durdu. Sürekli kıyısından, daha - daha da uzağa yittiğini zaman zaman hatırlıyor, bir kabustan uyanma anındaki travmayla çıldırmış gibi ağlıyor, ama okyanusun umarsız dalgaları ve sessizliği yaşlarını yutunca tekrar kendine geliyordu. Sırt üstü yatıyor, yüz üstü yüzüyor, sonra dalgaların ritmine boyun eğip-hatta eşlik edip demeli artık-uzaklardaki kıyılara daha çabuk varmak istiyordu. Uzaklarda bir kıyı bile olduğuna emin değildi ama o kadar yorgun, o kadar tekil hissediyordu ki sımsıkı sarılacağı bir kayanın hayali o uzak kıyının tepesinde yanan bir deniz feneri kadar parlaktı.

Sarılmak onun için hayatın ta içiydi. İçinden gelen durdurulamaz, örtbas edilemez bir dürtü, bir ihtiyaç, dahası fotosentez yapabilmesi için en birinci koşuldu... Bir günü bile sarılmadan geçirirse yüzü sarkar, sararır, ruhu sanki sevgisini taşırmaktan korktuğu için vücudunu tıkıyormuş gibi hissederdi. Kıyısındayken öyle kuvvetli sarılırdı ki kayasına diğer yosunlar hafif de kıskanarak 'dağılacak elinde kum gibi, rahat bırak biraz kayayı' derlerdi. Kayanın ise bu sıkı sıkı sarışlara hiç itirazı yoktu, güneşten ödünç aldığı ısıyla yosunun saçlarını kurutmak hoşuna giderdi; dahası geçit vermez görünüşü altındaki koca delik bu küçük yosun ona sarıldığında öyle bir dolardı ki, kaya kendini dağ gibi hissederdi. Bunu hiç bir zaman dillendirmedi, ama sarılmanın akıttığı enerji bu dilin çok üzerindeydi zaten; herkes her şeyi bilendi.

Kıyısından iyice uzaklarda dalgaların öngördüğü şekilde sürüklenen yosun bir zaman sonra huzurlu hissetmeye başladı. Okyanus bir amniyotik sıvı gibi onu besliyor, farklı renklerde, tiplerde canlıları yoluna çıkararak ona kıyısında hiç yaşayamayacağı deneyimler sunuyordu. Yosun kimisiyle hemen dost oluyor, kalbinin satenden tüllerini aralayarak içeriyi gezdiriyor ve gözlerini yeşil yeşil parlatıyor; kimi zaman ise yenmek, yutulmak, parçalanmak korkusuyla büzülüp top gibi aşağılara kaçıyordu. Yaşadığı bu sonsuz deneyimler atlasında onu anında kıyısına götürebilecek bir yelkenli çıksa bile önüne, el sallayıp yardım isteyeceğini sanmıyordu; kendi başınalık, özgürlük onun içinde çok farklı yelkenler açmıştı artık, geri dönmesi mümkün değildi. Ancak tek bir şey vardı içinde bir kaktüs çiçeği gibi açan; rengi melankoliye, taçları inceden bir acıya yol veren... O da sarılmanın özlemiydi.

Gözünü bir kıyının menzilinde açtığında yine bu özlemin hayali botuna binmiş yalpalıyordu. Kıyıyı gördüğüne birkaç güneş, birkaç dolunay döngüsü boyunca inanamadı, çünki özgürlüğün bir kıyı bağlantısı olmadığı fikrine aklını güzelce ikna etmişti. Ama bir önceki hayatından kalmış bir miras gibi tutkuyla anımsadığı 'sarılma' hissi, ve onu tekrar tadabileceği ihtimali de kalbini başından alıyordu şimdi.

Dalgaların boyu boyuna, yönü yönüne denkti zaten; demek okyanus da onu bir kıyıya atmak istiyordu. Amniyotik sıvı onu doğurmak istiyordu. Onu doğurup, sonsuz korunmanın ve özgürlüğün olmadığı bir kıyıda terketmek istiyordu. Hayatın rotasıydı bu, yerçekimi gibi kendiliğinden bir durum. Yosunun aklından, yarışan yunuslar gibi geçti bu düşünceler- hiç durmadan ve kafa patlatmadan. Sarılma isteği o kadar kabarmıştı ki, okyanusun doğum sancısını da arkasına kattığı gibi yosunüstü bir hızla kıyıya doğru yüzmeye başladı.

Yüzdükçe hızlandı, hızlandıkça heyecanlandı, heyecan ise bir buruk meltem oldu sırtından doğru esen. Kendi kıyısından gelen bir meltemdi sanki; ılık, sevecen ama kırgın. Suya daldı, suyun altından yüzdü bir müddet; meltemi sırtında hissetmek istemiyordu. Nefesinin bittiği yerde yukarı çıktı. Sağa sola bakındı, meltem yoktu. Belki de hiç olmamıştı; hiç esmemiş, kırgınlığını bu kadar açığa taşımamıştı hiç. Yosun kendi aklıyla yarattığı bir meltemden nasıl da ürperdiğini çabucak suya gömerek tekrar kıyıya doğru var gücüyle atıldı.

Kıyıyı seçebiliyordu. Beyaz tosun bulutların altında, yer yer yeşillikleri olan sakin bir yere benziyordu. Doğduğu, büyüdüğü, sevdiği, çoğaldığı kıyısı değildi ama onu gördüğüne şu an çok mutluydu. Yosun olmanın ne demek olduğunu hatırlatacaktı burası ona. Bir kaya onu kolları açık karşılayacak, hiç soru bile sormadan göğsünde dinlendirecek, sonra sere serpe omzuna bırakacağı saçlarını tatlı tatlı tarayacaktı. Birden gözenekleri açıldı kocaman, gözleri yeşerdi, teni nemlendi, ve etrafa buram buram oksijen saçtığını hissetti... Yosun yeniden fotosentez yapmaya başlamıştı.














Yuvarlak düzgün hatlı bir kayayı hemen ayırdı diğerlerinden. Ucu fırfırlı eteğini bir balo salonunda kavalyesine doğru ilerleyen dansçı kız gibi hafifçe ve kibarca kaldırarak kayanın önüne kadar geldi. Soluğunu tutmuş, kalbini yutmuş bekliyordu. Kayanın da bu açık denizden gelen sürpriz yosunu merak ettiğini, onunla tanışmak için sabırsızlandığını ve birazdan ona sevgi ve şefkat sözcükleri söylemek için ağzını açacağını düşündü.

Kaya ağzını açtı. O yuvarlak, düzgün, sevecen ifadesi kırıştı. Biraz sıkıntı, biraz endişe, biraz boşluk dolu gözleri ve buz gibi kuzey denizi mimiğiyle 'sen şimdi sarılmak istersin...' diye homurdandı yosuna. 'Sen şimdi sarılmak istersin...'

Yosun sarardı, yeşili söndü. Teni neminden oldu. Sözcükler kulağından girip, kalbini dumana kattı. Öyle ters bir rüzgar yedi ki kayanın cephesinden, ruhu bin okyanus mili açığa kaçtı. Batmak, olduğu yerde çapalanarak karanlık diplere çekilmek istedi; orada belki utancını, düş kırıklığını, aşağılanmasını gömecek bir yer bulurdu. Yapamadı. Gücü çekilen bacaklarını zar zor ayakta tutmaya ve tüm bu olup biteni gözlerinde ifşa etmemeye çalışarak : 'Sadece tanışmak istemiştim..' diyebildi, ve kendini buzuldan kopan bir parça gibi denize düşürdü.

Birkaç kere güneş birkaç kere de yıldızlar geldi gitti, o hala yüzüyordu. Yönsüz, yurtsuz, renksiz, hissiz yüzüyordu. Çok gözyaşı bırakmıştı okyanusa, ama bir fark yaratmamıştı; okyanus alışıktı çünki, görmüş geçirmişti.

'Sen sarılmak istersin şimdi...' diye yankılandı kulağı yıllarca. Yosun bu yankının açtığı yarayla menziline girdiği hiçbir kıyıya yanaşmadı. Kıyısına bağırmayı denedi, yine denedi, daha yüksek sesle; cevap gelmedi. Sığamadı, kaçamadı, batamadı da... Ve sevgisini boşalttıktan sonra suya, sırt üstü uzandı dalganın gelişine- gözlerini güneşe doğru kapattı ve son fotosentezini verdi.

Deniz, kaya, ve çoğaldığı kıyıların gölgesi de ayrı ayrı yüzdü, gitti...

1 yorum:

  1. ra magaria novela chemo chiti! genatsvale! şen koçağ! gkotsni bevrs!

    ne güzel öykü kuşum! kurban olurum sana! harikasın! çok öpüyorum!

    tamar

    YanıtlaSil