5 Temmuz 2009 Pazar

CD Rafından Kalbe: Bir kısa yolculuğun uzun tarihçesi

Aşağıdaki yazı, Uraz Özşakar'ın davetiyle, http://albumrehberi.blogspot.com/ sitesinde yayınlanacak bir CD/sanatçı eleştirisi olmak üzere yazılmıştır. En azından o niyetle başlamıştır!


Bu paragrafı tüm yazıyı bitirdikten sonra başa eklemek zorunda hissettim! Sevdiğim bir grup hakkında bir kaç şey yazacakken olay roman boyutuna yaklaştı; bu bakımdan okumaya vakti olmayanlar için yazıyı özetliyorum: Bahsi geçen grubun tüm albümleri, şarkıları, şarkı sözleri, aranjmanları, vokalleri, enstrüman çalımları güzeldir; gönül rahatlığıyla CD'lerinin tümünü alabilirsiniz!

Bu, daha önce hiç müzik-albüm-sanatçı eleştirmeyi denememiş bir kadının, Uraz’ın ricası üzerine bir şeyler yazmayı denemesidir… Yani aslında bu bir denemedir; bir müziğin, müzik grubunun CD rafından kalbe uzanan kısa yolculuğunun ve orada nasıl iktidar olduğunun a-politik, a-felsefik, a-analitik, gayrıciddi, baya samimi, oldukça kadınsal, EQ’sal ve de masalsal anlatımıdır.

Dünyadan haberimi televizyondan değil, seçmece domates misali gözümden, kulağımdan ve diğer antenlerden aldığımdan, bu beni dünyadan bihaber, asosyal, misantrop filan gösteriyor ki pek de umurumda değil. Ama işte bazen, bazı güzellikleri herkesten geç keşfedebiliyorsun ve bu bir süre sinirini bozuyor, kıskançlık yumurtluyor; ilk kaşiflerle aranı kapayana, hatta gaza gelip onlara tur bindirene kadar da rahat etmiyorsun.

Yıllar önceydi. REDD fan’lerinden bir tur gerideydim. D&R’a yaptığım rutin sağa sola bakınma, CD elleme, ‘amma da çok yeni adam çıkmış’deme ziyaretlerimden birinde elime ‘50/50’ diye bir CD çarptı. Beyaz zemin üzerinde ve saat yönünde acı çekerek dönen 4 tane aynı adamın kırmızı silüeti çok hoşuma gitmiş, ‘müzik kötü çıkarsa da güzel kapak tasarımları kolleksiyonuma katarım’ diyerek parama kıymıştım. Redd’i keşfim işte böyle sıradan bir günde, böyle saçma bir nedenle, hiçbir ‘mutlaka al’ baskısı ya da ‘tavsiye ederim’ mektubu altında kalmadan, kendi kendine gerçekleşti. Bundan dolayı da kendimle hep saçma bir gurur duymuşumdur; sanki olay bir şans değil de durugörüymüş gibi!

CD’yi yeni yuvasına getirdiğim akşam, yemeğe fiddler on the roof Bora ve boncuk gözlü eşi Özlem davetliydi. Eşim Yuri balık almaya çıktığında CD’yi açıp salon koltuğuna oturdum. Kim- kiminle- nerede -ne yaptı -kim gördü- ne dedi kısmını geçip ilk şarkının sözlerini okudum. ‘Dünyayı yağlamak lazım/paslandı düzgün dönmüyor/aya gidip bakmak lazım/buradan bir şey görünmüyor’. ‘Hmm,’ dedim, ‘hiç fena değil…’. Devam ettim. ‘Mutlu olmak için sevmek için görme, işitme/Mutlu olmak için sevmek için bilme, çok düşünme’. ‘Vay,’ dedim, ‘iyi nakarat yakalamış…’. ‘Derken bir yıldız kayar/tutsam bile elim yanar/ruhumu çeker medcezir/geri vermese işime gelir’. ‘Ufff… metaforlara bak!’…

Yuri levreklerle dönene kadar böyle ‘ah, off, uff, aman be, yuh, süper, helal...’ diyerek kıskanç-hayran bütün şarkıları okudum. Levrekleri ızgaraya, CD’yi teybe koydum, artık iyice heyecanlanmıştım. Birden içimde bir uyarı levhası peydahlandı: ‘Dikkat! Heyecanı düşür! Hayal kırıklığı virajındasın!’. O kadar çok bu virajdan aşağı uçup kafa, göz, kalp ve inanç kırdığım olmuştu ve her seferinde ‘artık CD’ye para harcamayacağım, yaşasın internet!’ demiştim ki, bu sefer de aynı şey olacak diye tırstım.

İlk şarkı başladı. Rahatladım biraz. Sözler müziğe suni tenefüs yapmaya çalışmıyordu; tam tersine french kiss yapıyorlardı (bu beni çok etkiler; güzel sözler kötü bir prozodiyle klişe akorlara bindirilmişse ya da güzel bir melodiyle hülyalara dalmışken sözlerin şapşallığı dikkatimi çekerse birden şarkıyla olan kontağı kaybederim). Ahh, solist oğlanın ses tonu da ne güzeldi. İkinci şarkı başladı, yaşasın o da nefisti. Ama yine de temkinli yaklaştım üçüncü şarkıya… Çünki üçüncüyle beraber sapıtan, saçmalayan, basitleşen, zevksizleşen, aynılaşan, piyasalaşan, çıstak’laşan, dumtıs’laşan nice CD’yi bardak altlığı yapmışlığım vardı…

Yıllardır peşinde olduğu hazineyi bulan birinin kafayı yiyip altınları havaya havaya fırlatması gibi CD’yi Bora’lar gelene kadar talan ettim. ‘Kim-kiminle’ kısmından sözlerin, müziklerin ve sesin Doğan Duru’ya ait olduğunu, grupta ikişerliden akrabalar olduğunu öğrendim; mitolojik, sembolik, atmasyonik zarif ilüstrasyonlara daldım; ‘Nefes bile almadan’ı nefes bile almadan üst üste dinleyip, biri bana ‘nefes bile almadan seviyorum seni’ dese ona kalbimi nasıl da tertemiz, dayalı döşeli, anahtar teslim verebileceğimi düşündüm (tabi bir roman kurgusu açısından…; yoksa kalbin bir sahibi çoktan vardı ve içeride şarapları açmakla meşguldü).

Bora’lar levreğe bayıldı, şarap muhabbeti coşturdu. Derken Bora sehpanın üzerinde Redd’in kapağını gördü. ‘Aaa, bunlar Duru kardeşlerin grubu!’ dedi. ‘Kim onlar?’ dedim, bana ikiz ikiliden biri olan Doğan’ın konservatuardan arkadaşı, çok iyi çocuk ve de sıkı müzisyen olduğunu söyledi… Bora’yla Özlem’e 50/50’nin Dj’liğini yaptım. Güzel yemekli, güzel sohbetli, güzel müzikli keyifli bir akşamdı…

Bu ‘iyi çocuk ve sıkı müzisyen’le yıllar sonra tanıştım. O gün Bora’nın düştüğü dip notların hepsi, dipten çıktı ve resmi gazetemde yayınlandı. Bu tanışma çok riskliydi aslında benim açımdan; Yazdığı satırlar arasından çıkardığın bir karakter yaratıyorsun kafanda, ister istemez, ve bu hayali karakter gerçeğinden uzağa düşerse buna çok içerliyorsun, kendini aptal hissediyorsun belki de, ve tepki veriyorsun. Doğan çok farklı çıksaydı, sevdiğim tüm şarkılarının paraşütü de kapanabilirdi içimde. Saçma, tutucu bir tavır. Ama tam tersi oldu. Yüzlerce yamaç paraşütü daha havalandı, rengarenk, ve seyretmesi çok keyifli...

Redd’i, Redd'le tanıştıktan sonra dinleseydim, tarafsız haberciliğimden şüphe ederdim şimdi, ama son albümleri 21’e varana kadar çıkmış 3 albüm (50/50, Kirli Suyunda Parıltılar, ReddAkustik/Plastik Çiçekler ve Böcek) ve 1 DVD (Gecenin Fişi Yok) tamamen özgür iradeyle alınmış ve bağra basılmıştı. 21 için yorum yapmaktan ise kaçınasım var, çünki Redd artık ne yapsa kafadan seveceğime dair ufak çapta bir korku geliştirdim; diğer fan’lere tur bindirmiş-iyi de halt etmiş- olmak nesnelliğimi de diskalifiye etmiş olabilir. Güzel bir siteleri var, ilk sayfada blog çıkıyor ve orada benden daha az ‘fan’ ve daha çok ‘objektif’ olan ciddi insanların 21 için yazdıklarını okuyabilirsiniz (http://www.redd.com.tr).

Bu türü meçhul yazıyı ne şekilde toparlayacağımı düşünmeden evvel ‘Kirli Suyunda Parıltılar’ isimli ikinci albümden de birkaç parıltı yansıtayım. Bu albüm hayatıma birinciden hemen sonra girdi çünki meğersem çoktan piyasadaymış. Kendime güzel bir mix yaptım (ki ilk defa ‘best of’ları ayıklamadan; çünki iki CD’de de ayıklanacak bir parça yoktu) ve yürüyüşe, alışverişe, spor salonuna, yolculuğa, tatile hep onunla gittim. Yemek pişirirken duran zamanın akmasını, uyuyamadığım gecelerin kısalmasını, depresif günlerde çukulatayla intihar etmekten vazgeçişimi hep bu mixe borçluyum. Sözlerin karamsar olduğunu düşünenler çıkabiliyor ara sıra, ‘geyik çıkabilir’ tabelasının oralardan!… ‘Korkularım iyi ki varlar, cesaretimi tetikliyorlar’ diyen bir adamın mesajları, güneşini- yörüngesini kaybetmiş karanlık bir dünyada yaşadığının farkında olanlar için fazla bile iyimser bence. ‘Dünya yeniden dönüyor…’ Ne zaman 3 maymun komasına sokan bir şeye maruz kalsam, mantra gibi bunu tekrarlarım… Bir de benlik kavgaları mantram var: ‘Dünya bir roman mı ki kahraman olmak lazım’

Söz ve sözcük fanatikleri için oldukça fazla söz ettim, ses’le ilgili bir diyeceğim yokmuş gibi oldu. Olmaz mı. Zaten ses olmasaydı, o kutsal üçlü (ses-söz-beste) tamamlanmayacak, büyü bozulacak, konuşacak bir şey kalmayacaktı. Doğan’ın sesi, Türkiye’de lisans, İtalya’da yüksek lisans yapmış aslanlar gibi bir ses. Ama malesef, ondan şan dersi almayacak olanlar, onun mikrofonsuz, kompresörsüz, mix'siz, mastering'siz, anadan doğma sesinin ve tonunun güzelliğini duyma şansını yakalayamayabilirler!

Yine de CD hallerini dinleyin, yorumunu duyun, minör bestelerinin her birinin bir hit olmasını garipseyin, 21 şarkılık bir albümdeki melodi özgünlüğünü gözlemleyin… Ya da bırakın bilincinizi koltukta, sadece keyiflenin, çiçeklenin… Güneş arkeolog, İlke ve Berke mimar, Ege avukat; buna şaşırın, ama durmayın, dans edin… Davulcu Berke’nin ve Suat’ın enerjisiyle azın, tepinin…

Evet, bu yazıyı nasıl toparlayacağımı buldum, en sevmediğim şey olan mesaj vererek! (Bu, öğretmenlik diplomasının üstüne çaktırmadan sıkılmış bir virüs müdür nedir-başka şekilde bitiremiyorum yazılarımı!) Virginia Woolf, ona kitap tavsiye etmesini isteyen bir öğrencisine: ‘Sana tavsiyem kimsenin okuma tavsiyesini alma, eleştirisini de okuma. Özgürlük, bir okurun sahip olabileceği en önemli niteliktir.’ demiş. Bunu alışverişini hep eleştiri yazılarındaki iyi ve kötüye, ya da çok satanlar listesine göre yapanlara gönderiyorum (kendi eleştirim meclisten dışarı (!) bana inanın, ve Redd’in bütün albümlerini alın!).

Kendime de Pazar gününün kaçmakta olan güneşini kovalamam gerektiğini yazıyorum.

Uraz, ne oldu bu yazının hali yav!?

3 yorum:

  1. tebrikler, cok iyi anlatmissiniz, guzel bir yazi olmus...
    Redd'i kesfettikten sonra, baska sey dinlemek biraz zor oluyor...zaten kesif de bitmiyor surekli baska noktalar yakaliyorsunuz...:)

    YanıtlaSil
  2. muhteşem bir yazı olmuş. tebrikler

    YanıtlaSil
  3. Redd mükemmel bir grup. Keşfetmemiş olanlar gerçekten çok şey kaçırıyorlar. Hala şarkılarını dinlememiş olanlar kaçırmasın derim.

    YanıtlaSil